30 Aralık 2011 Cuma

Sözler-3

"Korkma! adım at.


Çürük de olsa basılası her basamak.


Ama ölümden ürkerek kendini çoraklaşma karşısında saf haliyle koruyan yaşam değil, ölüme katlanarak kendini onun içinde elde eden yaşamdır, tinin yaşamı.


Mutlak kopmuşlukta bulunmayla kazanır. "




HEGEL

20 Aralık 2011 Salı

Mehmet Akif Ersoy'un doğumunun 138. yılı anısına



Mehmed Akif'in Alemdağı'ndaki istirahatgahına son günlerinde bir grup üstadın ziyaretine gitmişler; Mehmed Akif bitkin bir hâlde yatağında yatıyordu. Konuşma esnasında sözü İstiklal Marşı'na getire ziyaretçilerden biri:


— Acaba İstiklal Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? demiş, bu söz üzerine yatağında bitkin bir hâlde yatmakta olan Akif; birdenbire başını kaldırmış ve ona:


— Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!Evet:— Allah bir daha bu memleketin, bu milletin istiklâlini tehlikeye düşürmesin! Bir daha onu istiklâl Marşı yazmaya mecbur etmesin, sözüyle ziyaretçileri susturmuş, o büyük insanın ne demek istediği herkes tarafından anlaşılmıştı...


Büyük insan Mehmed Akif Ersoy, mezarına milleti için yazmış olduğu İstiklal Marşı'yla konulmuştur. Tarihte kendi eseriyle gömülen ilk bahtiyar ölülerden biri de şüphesiz Mehmed Akif Ersoy olmuştur. Allah rahmet etsin, ruhu şad olsun.

13 Aralık 2011 Salı

Sözler-2

"Strateji çizerken önemli olan uzakta olabilecekleri yakından görebilmek, yakındakilere ise uzaktan bakabilmektir."
Miyamoto Musashi

12 Aralık 2011 Pazartesi

Sözler-1

"Gerçek uğruna aşağılanmak , batılla yücelmekten esas büyüklüğe daha yakındır."
Hz. Muhammed ( S.A.V. )

24 Eylül 2011 Cumartesi

Perde açıldı sahnede Türkiye..


Türkiye ile İsrail devleti Ortadoğu’nun sözü geçen iki devleti.. Biri bölgesinde ekonomik anlamda lider, diğeri ise teknolojik anlamda. Bu iki devlet iyi birer müttefiktiler. Türk- İsrail ilişkilerinin bozulmasının nedenleri, zincirleme giden ve Afrika’daki ülkelerde yaşanan sözde halk devrimleri yaşanan ve yaşanacak olan büyük oyunun haber veren etmenlerdi. Bu yazımda “Arap baharı” diye nitelendirilen olayları ve İsrail ile nasıl bu konuma geldiğimizi anlatacağım.

***
Büyük oyunun başlangıcı
Türk- İsrail ilişkilerini sekteye uğratan ilk olay 2009 yılının Ocak ayında İsviçre’nin Davos kasabasında gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumunda meydana gelmişti. Başbakan Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanına “One Minute” demesiyle ortam gerilmişti. Davos zirvesinde gerçekleşen bu olay dünya ve bilhassa Türkiye gündemine oturmuştu. One Minute olayından sonra Türk-İsrail ilişkileri gerilemeye başlamıştır. İsrail’in Türkiye’ye karşı tutumu bu olaydan sonra sertleşmiştir. Öyle ki 30 Mayıs 2010 günü yola çıkan ve yardım malzemesi taşıyan “Mavi Marmara” 31 Mayıs günün İsrailli özel komandolar tarafından basılacak 9 Türk’ün ve birçok insanın öldüğü bir katliama dönüşecekti. Mavi Marmara olayı İsrail için adeta One Minute olayının rövanşı olacaktır. İki ülke arasında bu olaylar olurken Afrika’nın kuzeyinde hareketlenmeler başlamıştır bile..

***

Obama ve Afrika
Afrika ülkeleri her zaman diğer ülkelerin sömürgesi olmuş. İç savaşların, açlığın, sefaletin olmadığın bir gün geçiremeyen Afrika ülkeleri, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlık seçimini siyahi lider olan Barrack Obama’nın kazanmasıyla, Amerika’nın birincil hedefleri arasına girmiştir. Bölgede zaten hiçbir zaman barış hâkim olmadı. Obama’nın gelmesiyle Afrika üzerinde Amerika daha aktif olamaya başladı. Beyaz-Zenci ayrımını artık olmadığını tüm Dünya’ya siyahi bir lider seçerek gösteren Amerika asıl amacından sağmadığını bize Libyalı muhaliflere Nato onayı olmadan verdiği yardımlarla gösterdi. Amerika’nın Avrupa’daki en büyük destekçisi olan Fransa’yı da unutmamak gerekir. Öyle ki Libya’da yönetimi yeni kuran Muhaliflerin ilk resmi Paris ziyaretin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy “Petrol ve doğal gazın 3/1 bizim” diyebilmiştir.

Davos zirvesi ile gerilmeye başlayan Türk İsrail ilişkileri Mavi Marmara olayı ile devam etmiştir. Mavi Marmara baskınından sonra uluslar arası kararlara uymayan ve özür dilemeyen İsrail, Türkiye ile arasının düzelmesini istemesine rağmen özür dilemedi. İsrail’in bu tutumunun ardından yatan neden aslında çok açık. Birinci neden ideolojilerine bağlı bir millet olmaları, diğer neden ise İsrail meclisinin 6 partiden oluşması.. 6 parti’nin 5’inin koalisyonda olduğunu düşünürsek ülkenin özür dileme konusunda kararsız olmasını açıklayan bir durum. Geçtiğimiz günlerde 6 partinin 5’inin koalisyonda olmasına anlatan bir olay yaşandı. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Başbakan Bünyemin Netanyahu ve Dışişleri Bakanı Lieberman'ı Türkiye konusunda yaptıklarından dolayı fırçaladı. Bir bakan kendi başbakanını azarlıyor! İsrail’in içinde bulunduğu meclisin durumunu özetliyor.

***
Son söz; İsrail bölgenin küçük ama gelişmiş bakımından en ileri seviyede ülkelerinden biri, Türkiye’nin Mavi Marmara konusunda özür için geri atmadan bir orta yolu bulması lazım. İçimizdeki sorunları halletmeden (PKK) bölgenin sorunları ile uğraşmak bize zafiyet verir.

S&S (Her Zaman Önde)
SAMET SERBEST

25 Haziran 2011 Cumartesi

Uluslararası basının planları tutmadı

Türkiye 24. Dönem Milletvekillerini seçmek için 12 Haziran seçimlerine kilitlenmiş durumdayken partiler bir bir kendi reklamlarını ve vaatlerini sosyal medya kanalları aracılığıyla sıralarken ülkedeki seçmenlerini dikkatini çekmeye çalışan Uluslararası basın kuruluşları yaptığı haberlerle seçmenleri etkilemeye çalışmıştı. Peki, ne oldu da bu planlar tutmadı?

***

Siyaset ve basın
Siyasette basın faktörü hiçbir zaman yadsınamaz. Medya her zaman seçimlerde belirleyici faktör olmuştur. Geniş kitlelere ulaşmak önemlidir. 12 Haziran seçimlerinde bunu bir kez daha gördük. Yerel basından tutun ulusal ve uluslar arası medya ülkemizdeki seçimlerle yakından ilgilenmiştir. Açıkça “Ak Partiye oy vermeyin en güçlü muhalefete oy verin” diyen uluslar arası medya neyin peşindeydi! İngiliz, Alman ve Amerikan dergi ve gazeteleri seçimlere günler kala yazdığı manşetler ile dikkatleri üzerine çekmişlerdi. Bu Avrupa’da artık alışılagelmiş bir durumdu fakat Türkiye’de hoş karşılanmadı.

***

Medya üzerinden yönlendirme…
Adalet ve Kalkınma Partisi 2002’den bu yana 3. Dönem iktidar olmuş. Sadece iktidar olmakla kalmayıp oylarını da arttırmıştır. Bu durum bazı devletlerin hoşuna gitmemiştir. Tarihte örneğine sıkça rastlayabileceğimiz gibi üst üste iktidar olan partilerin demokrasiden uzaklaşması gibi korkular yüzünden Erdoğan’ın yâda Ak Parti’nin aleyhinde bu tür yayınlar yapmışlardır. Bir başka ihtimalde Türkiye’nin dış politikada izlediği olumlu gelişmeler, ekonomideki istikrarlı gidişattan memnun olmama ihtimalleri de olabilir. Devletler açısından bakarsak örneklerini çoğaltabileceğimiz ihtimaller artabilir. CHP’yi destekleyen tarzda yayın yapan uluslar arası kuruluşların yayın yaptıkları ülkelerin hükümetleriyle olan ilişkileri bellidir. Devletler kendilerine göre haklıdır. Basını bir araç olarak kullanmışlardır. Asıl tuhaf olan ise objektifliği bir kenara bıraktığımızda bir söylemde bulunan bu batılı yayın organları seçimin ardından ülkemizde de sıkça duymaya alıştığımız “eksen kayması” ile karşı karşıya kalmışlardır. Seçim öncesi ve seçim sonrası yayınlarına baktığımızda bu kuruluşların ne kadar yanardönerli ve tutarsız olduğunu daha iyi gözlemleyebiliriz.

***

Sonsöz; Bir ülkede basın ne kadar tarafsız ise o ülke o kadar güçlü olur. Günümüz şartlarında ulusal ve uluslararası medyada ekonomik ve kurumların çıkarları doğrultusunda ise bunu görmek tamamen imkânsızdır.

“Dünya üzerinde tarafsız basın yoktur!”

-
S&S (Her Zaman Önde)
SAMET SERBEST

25 Nisan 2011 Pazartesi

Orta Doğu denkleminde Türkiye taraf olmalı mı?

Dünya’nın bütün devletlerinin gözünün olduğunu bir coğrafya düşünün ve bu coğrafya’nın içinde olan bir Türkiye! Oynanılan oyunların içinde strateji uygulamaya çalışan bölgede söz sahibi olmak isteyen bir Türkiye… Orta Doğu bölgesi kıtalar arasında bulunduğu konumu ve yer altı zenginlikleri ve bazı devletlerin bölgede yer almasını da ek olarak söylersek günümüzde ve önümüzdeki yıllarda yine büyük devletlerin gözdesi konumunda olacak. Orta Doğu ülkelerine bölgesel yaklaşımlar ve tehlikeleri neler? Türkiye güçlü devletlerarasına girdi mi? Bu yazımda sizlere bu soruların cevaplarını vermeye çalışacağım.

***

Türkiye’nin bölgedeki rolü hangi düzeyde?
Türkiye ve Orta Doğu kavramını birbirinden ayırmak imkânsız. İmkânsız olduğunun bilincinde olan bazı devletleri Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemeleri de gayet doğal gözüküyor. Kuzey Afrika ülkelerinde (Cezayir, Tunus, Mısır, Libya) ve Suriye’de olan olaylara baktığımızda ve Türkiye’nin özellikle Libya-Mısır konusunda gösterdiği başarısı yadsınamaz. 2011 Dünyasında bölgesinde giderek söz sahibi olan bir ülke görüyoruz. Bu olumlu gelişmelere rağmen bazı olumsuzlar olmuyor değil. NATO ile Libya konusunda asker göndeririz göndermeyiz polemiği ve sonunda Türk donanmasının Libya açıklarında geri planda görev alması, Libya’ya yapılan “Şafak Yolculuğu” operasyonu için İzmir’in operasyon yönetim yeri olarak gösterilmesini önceden kabul edilmemesi sonradan kabul edilmesi halen bazı istikrarların sağlanamadığını gösterdi.

Libya konusunda tüm bu olumsuzlukların yanında, Türkiye’ye prestij kazandıran durumlarda olmadı diyemeyiz. Hatta Dünya basının ve devletler statüsünde baktığımızda belki ilk kez Türkiye’nin yaptığı bir davranış bu kadar beğenildi. O davranış ise Libya’dan kendi ve diğer ülke vatandaşların tahliyesi konusunda gösterdiği hassasiyet oldu. Öyle ki İngiliz hükümeti bile kendi konsolosluğunu ülkesine çağırdığı zaman Libya’daki temsilcilerinin Türk konsolosluğu olduğunu söylemişti. Başarılı tahliyeler sonrasında yapılan tıbbi yardım ve yaralı nakliyeleri de Türkiye’nin hanesine olumlu olarak yazıldı. Bu konuda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu tebrik etmek gerekir.

***

Türkiye: Güçlüler arasında fakat söz sahibi değil
Bahsedilen yenidünya düzeni içerisine giren ya da girebilecek devletler yavaş yavaş kendini göstermeye başlamış durumda, Türkiye’de bu devletlerin arasında gösteriliyor. Orta Doğu’da son yaşanan olaylara baktığımızda bölgede Türkiye’nin etkinliği diğer devletler tarafından anlaşılmış durumda fakat en önemli nokta ise Türkiye artık kendi öneminin farkına varmış olmasıdır! Şuanda kritik bir süreçte olan Türkiye’nin bu süreci atlatması durumda yakın bir tarihte ilk 5 devlet arasına girme ihtimali bulunuyor. Söz sahibi olması için daha aşılması gereken bir sürü engellerin olduğu da unutulmamalıdır.

***

Bölgesel yaklaşımlar ve tehlikeleri
Orta Doğu bölgesinin cazibeli bir bölge olması her güzel şey gibi zor ve tehlikeli olmasını da beraberinde getiriyor. İşgal edilmiş bir ülke Irak, yerinde duramayan İran, şuan iç karışıklar ile başı dertte olan Suriye ve her zaman teyakkuzdaki İsrail- Filistin. Bölgeyi mercek altına aldığımızda İsrail göze çarpıyor. İsrail ve destekçileri batılı devletler. Türkiye’nin İsrail devletine karşı yakınlaşması İran ile karşı karşıya gelmesi, Hamas gibi terör örgütlerini karşısına alması ve bölgede yaşayan çoğunluk Müslüman olan halkın olumsuz tepkisine neden olabilir. Türkiye’nin İran’a yakınlaşması durumunda ise başta AB ve NATO ülkeleri olmak üzere diğer devletlerin tepkisiyle karşılaşmasına yol açar. Türkiye’nin tek başına hareket etmesi durumunda ise bölge halkının sempatisini kazanmasına yol açmasına rağmen İsrail, İran, Amerika gibi ülkeleri karşısına almak zorunda kalır.
-

“Bölgenin önemi ortada Orta Doğu’ya hükmeden yeni Dünya düzenine hükmeder”


S&S (Her Zaman Önde)
SAMET SERBEST




25 Mart 2011 Cuma

Uluslararası siyasette günümüz aktörleri

İnsanların bir arada yaşamaya başlamalarının ardından, hane, köy, kasaba, ilçe, kent, il derken ülkeye kadar uzanan bir sıralama geçtiğimiz çağlar sonucunda karşımızı geldi. Devlet olmak. Devlet olduktan sonra ülkeye sınır komşusu olan ülkeler ile ticari, hukuki, asgari ve sosyal olarak birbirlerine bağlı olması, bu bağlantının sonucunda ise kendi ülkesini temsil etme kavramı olan diplomasi ortaya çıktı. Ülkeler arası olduğu gibi iller arasında da diplomasi olabilir. Siyasette diplomasi olmazsa olmazlar arasında olduğunu gibi uluslar arası siyasetinde temelinde yer aldığını söylemek gerekmektedir. Diplomasi kavramını bu bağlamda genişletebiliriz.

***

Uluslararası siyasette üstün devletler denilince aklımıza gelen başlıca ülkeleri sıralayabiliriz. Bunların neye göre sıraladığımız konusunda kısaca değinmek gerekirse;

 Ülke içi siyaset haricinde Uluslar arası alanda kendini diğer ülkelere kabul ettirmiş olmak,
 Belirli bir ülke politikası belirlememek ve uzun vadede bu planlar doğrultusunda ilerlemek,
 Ekonomide, sanayide ve teknolojide her anlamda bulunduğunu çapın sınırlarını zorlar durumda olmak gibi bu maddelere benzer birçok madde daha sıralayabiliriz.

Uluslararası Siyasette söz sahibi olmanın temelinde bu ve buna eş değer maddeler var. Peki, günümüze bakarsak görünürdeki söz sahibi ülkeler hangisi? Gelecekte süper güç olamaya aday ülkeler hangisi? Amerikalı tabiriyle Ortadoğu’daki gelişmelerden sonra Avrupa, Asya ve Afrika’daki ülkeler arasında var olan aktörler değişecek mi? Yoksa hiç bilinmedik yeni devletler mi? Uluslararası arenada boy gösterecek.


Çağ açıp, çağ kapamak ve bulunduğu çağa hükmedilmek. Büyük devlet olmak demek olmayan tarihini var edebilmek demektir. Amerika örneğine bakarsak, yakın tarihini incelersek bunu daha iyi anlayabiliriz. Günümüzün bilindiği üzere her ne kadar Rusya ile zaman zaman karşılaştırılmalarına gidilse de 2. Dünya savaşından sonra resmen Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Bunda savaşa hazırlıklı olması, kendi topraklarından savaşmaması ve savaşa sonrada dâhil olması gibi birçok lehine olayları eklediğimizde en az kayıpla en çok kazanç sağlayan devlet olmayı başarabilmiştir ABD. Bunlar büyük devlet olmak ve uluslar arası alanda söz sahibi olmak için yeterli değildir elbette süper güç denilen Amerika boşuna bu lakabı almıyor. Her alanda adamlarda kapitalizmle beraber bir birlik var kültürlerini incelemeye kalkarsanız bir kültür bulamazsınız. Amerikalı demek dünya karması demektir. Bir Amerikalı, Fransız, İtalyan, İngiliz, Afrikalı ya da Asya kökenli olabilir. Tüm bu etnik kökenlerinin zenginliği bir sözcük altında birleşiyor olabilmesi (Amerikalı) büyük devlet olmanın olmazsa olmazıdır aslında fark edebilen için!

***


Günümüz ve geleceğin aktör devletleri?
Dünya liderliğine oynayan devletler her devirde olduğunu gibi günümüzde de var fakat devletlerde insanlar gibi kişilik sahibidir. Devlet devleti yönetenlerin kişiliğini alır üzerine aynı bir giysi gibi… İnsanlar nasıl ki çeşit çeşitse devletlerde de durum böyledir. Kimisi sinsidir gizliden gizliye yürütür yaptıklarını, yüzüne güler arkadan hançerler (Fransa), kimisi vardır sessiz sakin kendi halinde iç sorunları ile uğraşır, konuşulmayacak sorunları tartışır durur (Türkiye), kimisi vardır yüz ölçümü küçük olmasına rağmen globalleşme denilen kavram sanki onun için oluşturulmuştur. Her kıtada fabrikaları vardır kendi ülkesi küçük gelir ona (Japonya), kimi ülke vardır bir balerin gibi döner kendi etrafından 7 sinde neyde 70’nde de odur (İtalya), bazı ülkeler ise çağının bitmesine aldırış etmeden varlığını sürdürür ve her zaman diğer ülkelere karşı bir beyin takımı olduğunu gösterir ağırlığını hissettirir (İngiltere), bir akıma kapılmış devlet otoritesinin her zaman halkı üzerinde göstermeyi ister bazı devletler (Rusya), sadece üretici olarak doğan devletler vardır artan nüfusları onlara sadece üretmeyi emreder ve küreselleşen Dünya’nın en büyük aktörleri arasında yerini almaya aday gösterilir, bir yandan da dünyanın sermayesidir (Çin).

***

K.Afrika’da olanlar ve yeni düzen…
Amerika birleşik Devletlerinde yapılan seçimler sonunda yeni Başkanın Amerikan ve dünya halkına Hollywood filmleri ile yıllar süren “Siyahî Başkan” rolleriyle alıştırmalarının ardından 2009 yılının 20 Ocağında 20-25 yıllık senaryolar gerçek oldu ve Amerika’nın ilk siyasi başkanı Barack Obama resmen koltuğa oturdu. Siyahî ve Afrika kökenli bir aileden gelen Barack Obama ile aslında yüz yılın siyasi hamlesi yapılmış oldu. Obama ile birlikte Amerika’nın akıllarda kalan kötü imajı silinmiş olacak. Ülke içinde ve dışında yıllar öncesinden oluşmuş olan Siyah-beyaz ayrımı son bulmuş gibi gözükecekti bir farkla! Afrika faktörü…

Afrika ülkelerindeki insanlar Barack Obama’nın başkan olmasını sanki kendi ülkelerine başkan olmuş gibi sevinmeleri biraz düşündürücü değil mi sizce? İnsanlar açısından değil. Siyahi bir başkan geldikten sonra sizce Afrika’daki hareketlilik daha da artmadı mı? Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen ve Libya bu sıramla şöyle devam ediyor NATO, Birleşmiş Milletler, Fransa, İspanya, İtalya, İngiltere size bu ülkeler bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Bu kadro 1. Dünya savaşından İtilaf devletleri olarak, 2. Dünya savaşında ise müttefikler olarak yer almışlardı. Şimdi ise “Şafak Operasyonu” adı altında yer alıyorlar.

***

Son söz; Zaman geçiyor, zamanla beraber gelişen teknoloji ile insanları yaşam anlayışı, düşünce kavramı değişiyor. Fakat değişmeyen tek şey var oda büyük devlet olabilmenin verdiği “başladığın işi bitirme” başkanlar yönetimler değişse bile ülkenin çıkarları doğrultusunda 100 yıllık planların değişmemesi…



S&S (Her Zaman Önde)
SAMET SERBEST

14 Şubat 2011 Pazartesi

Oda TV Özgürlüğün ve Demokrasinin Sesidir Susuturulamaz!

Bu gün Oda Tv basıldı ! Genel Yayın Yönetmeni Soner Yalçın Tutuklandı !

Atatürk dışında hiç bir cumhuriyet başbakanının yapmadığını yapacak cüreti kendisinde görüp Dolmabahçe sarayında ofis açan zihniyet, Abdülhamitçi bir mantıkla aydınlarımızı bir bir tutuklamasına seyirci kalmamızı istemektedir.

Her geçen gün yayın hayatına uygulanan baskılar artmakta, sansür ve hapis kılıcı aydınlarımızın başlarının üzerinde her geçen gün daha bir hıçla sallanmakta, yazarlarımız ve aydınlarımız susturulmaya çalışılmaktadır.

Ama bu millet Hasan Tahsinleri, Yakub Kadrileri,Yunus Nadi, Ağaoğlu Ahmet, Falih Rıfkı gibi yazarları yetiştirmeyi bildiyse, Mustafa Balbayları, Soner Yalçınları ve daha nicelerinide yetiştirecektir.

Bu cumhuriyeti kuran aydınlar yine bu cumhuriyeti koruyacak, gerekirse bu uğurda hapis yatacak, hatta gerekirse seve seve canlarını verecektir.

Artık mesele milli mücadele meselesidir. Bu gün Dolmabahçe sarayında ofis tutan zihniyet yarın kendini Topkapı Sarayında görmek arzusundadır. Bu artık vakadır !

Bu vak - a bize Gençliğe Hitabe'de tevdi edilen görevleri üstenmemizin zamanının geldiğinin bir göstergesidir.

Önce Cumhuriyet, Sonra ART, Ardından ODA TV ama ne baskınlar, ne silivri hiç bir Türk evladını susuturamaz. Susuturamayacak.

Susuturamaz çünkü iş bir kere o noktaya geldiğinde kaybedecek bir şey kalmamıştır, Bu vatanın uğruna feda olmaktan gayrı ! Ki oda onurdur şereftir.

Sizleri saygıyla destekliyorum Sayın Balbay ve Sayın Yalçın Rahat ve Müsterih Olunuz bizler sizin teslim ettiğiniz sancağı gururla taşımaya devam edeceğiz. Taki sizler ve demokrasimiz yeniden özgürlüğüne kavuşuncaya kadar !

12 Şubat 2011 Cumartesi

Siber Savaşlar (Vurulan İsrail)

Bu yazımda kitle iletişim araçları ile dünya üzerinde var olan sadece ülke gündemlerinin çok ısındığı zamanlarda öne çıkan soğuk savaş dönemini hatırlatan bir sivil hareket olan siber savaşları yazacağım. İsrail’in ve sitelerinin uğradığı zararlar…

İnternet alanında süper güç diyeceğimiz ülke ilgilenen arkadaşlar bilir. Ruslardır. Alt yapıları çok sağlam olan Rusların şuanda kıramayacakları şifre yok. Teknolojide önde olan Japonya ise hackerlık alanında geride kalıyor. Türkler nerede diye sorarsanız. Bizimkiler gerçekte olduğu gibi sanal alemde geride değiller Türkiye’de bilinmemesine rağmen çok hackerlar var. Bağlı oldukları belirli gruplar var. Grubun amaçları doğrultusunda hareket ediyorlar ve yabancıların aksine Türkler kendilerine yakışır bir biçimde nam için değil ülke çıkarları doğrultusunda bildiklerini yapıyorlar. Milli bilincimizi bu ve bunun gibi konularda kaybetmememiz ülke açısından çok iyi…


Siber savaş derken çeşitli paylaşım sitelerinde ortaya konulan tepkilerde sosyal tepki örneğidir. Bazen bu tepkiler aşırı sert olabiliyor. Sosyal gruplarda önemli olan aşırıya kaçmadan üyeleri bilinçlendirmek diğer kişiler ile bilgi alışverişinde bulunmaktır. Herkesin bildiği Facebook ve benzeri diğer sosyal paylaşım sitelerinde bu gibi olayları iyi analiz ve yorum yeteneğine sahip olanların görmesi mümkündür.

Vurulan İsrail
İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulümler ortada, bu yıl içinde yâda bu ay olan anlık bir olay değildi. Bana göre; CHP’deki Kılıçdaroğlu rüzgârı kesmek için AKP’nin oynadığı yine güzel bir oyunu izledik. Şimdi buda mı oyundu? Ölenler niçin öldü? Gibi soruları soranlar olacaktır. Bu soruları cevaplamıyorum. Kendi cevabınızı kendiniz bulacaksınız. Yoksa bu yazdıklarımın okumanızın bir anlamı kalmaz daha önceden ortaya attığım teoriler arasında yakın zamanda gerçekleşen CHP’nin parçalanacağıydı. Sonuç: Baykal gitti. Hem de hızlı bir şekilde…

SAMET SERBEST -S&S-

5 Şubat 2011 Cumartesi

Tunus, Mısır olayları ve Türkiye…

10 Milyon nüfuslu Tunus’ta başlayan olayların bir kıvılcım bekleyen 78 Milyonluk Mısır’a sıçraması halkın sokaklara çıkarak “Yarı başkanlı Cumhuriyet” sisteminde Devlet başkanları Hüsnü Mübarek’i istifaya çağırmasını ve aynı Tunus Cumhurbaşkanı Zeynelabidin Bin Ali gibi ülkeyi neden terk ettiğini, halkın olaylar için neden bu kadar beklediğini yazımda açıklamaya çalışacağım.

***

Tunus ve Mısır’da yaşanan olayların Dünya basınına yansıyan ve yansımayan boyutları ne kadar? Haber ajansları bölgede yaşanan olayları ülke politikaları gereği kendi içlerinde bir karışıklık olmaması için sansürleyip veriyorlar. Yakın zamanda İran’da olduğu gibi… Afrika Kıtası’nın Kuzey ülkelerinde çıkan son olaylara bakarsak Tunus’ta başlayan halk ayaklanmaları Cumhurbaşkanlarının Ülkeyi terk etmesi ile sonuçlanırken, Mısır’da sonradan gelişen olaylarda ise Yarı başkanlı Cumhuriyet sisteminde devlet başkanı olan Hüsnü Mübarek’nin görevdeki hükümeti istifa ettirmesi ile sonuçlandı. Öncelikle bu olanlar demokrasi için iyi bir adım niteliğindedir. Neden? Tunus’ta ve Mısır’da demokrasi yok muydu? Yoktu. Mısır, Tunus ve diğer Afrika devletlerinin çoğu bilindik Avrupalı Ülkelerin sömürgeleri olmaktan 20.yy çıkmış fakat kendi bağımsızlıkları siyasi ve ekonomik anlamda kazanamamışlar.

***

Fakir halk ve lüks yaşam
Afrika ülkeleri tabi kaynaklar bakımından ne kadar zenginlerse ekonomik ve siyasi anlamda bir o kadar fakirler! Aslında fakir değiller fakir bırakıldılar. Koltuk ve para sevdalısı olan kendi halkı sömürge devrinin geçmesine rağmen halen Kapitalizm’e uşaklık yapmaktan bıkmadılar. Olayların yaşandığı ülkeleri sosyoekonomik olarak incelersek halkın büyük bir kısmının fakir olduğunu, gıda fiyatlarının gelirlere oranlara aşırı yüksek olduğunu halkın alım gücünün olmadığını görürüz. Ekonomiyi geçelim. Mısır Müslüman bir ülke olarak geçse de Müslümanlıktan bir haberdir. Bunu söylemek istemezdim ama gerçekler böyle yozlaşmanın en hızlı olduğu Arap devletlerin başını Mısır çekiyor.

***

Tunus olayları nasıl başladı?
Tunus halkın çoğunun Müslüman olduğu, İtalya’nın tam güneyinde yer alan 10 milyonluk bir ülkedir. Daha düne kadar Zenelabidin Bin Ali’nin Cumhurbaşkanlığını yaptığı bir ülke olan Tunus olup bitenlere daha fazla sessiz kalamadı. Halkın zor şartlar altında yaşamaya çalışırken Cumhurbaşkanı Zenelabidin Bin Ali ve ailesinin göze batmaktan korkmadan aldıkları maaşla sürülmeyecek kadar lüks bir hayat yaşarken Tunus’taki genç işsizlerin olması, üniversite mezunu bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin kendisini yakarak öldürmesiyle başladı Afrika’daki kuzey ülkelerini etkileyecek olan olaylar silsilesi. Muhammed Buazizi’den sonra Mısırlı bir genç parlamento binası önünde kendini yakmasıyla olaylar Mısır’a sıçramıştı. Son olarak Ürdün’ün başkenti Amman’da gençlerin katılımıyla gerçekleşen gösterilerde her an yeni bir ülkeye sıçrayabileceğini gösterdi.

***

İsyan ve Türkiye…
Tunus’ta işsiz üniversite mezunu bir gencin kendini yakmasıyla başlayan olaylar, Mısır’da parlamento binası önünde kendisi yakmak isteyen bir genç ile Mısır’a sıçradı. Ürdün’de bazı gruplar Tunus ve Mısır’daki olayların haklı olduğunu onlarında sokağa dökülmelerini gerektiğini fikrini savundu. Birileri Afrika ülkeleri için düğmeye basarken Türkiye unutulmadı. Akıl veren açıklamalar durumun fırsat olduğunu savunan üst düzey Amerikalı bürokratlardan, stratejistlerden geldi. “Türkiye, Osmanlıdan gelen bölgedeki gücünü kullanmalı” dendi. Olayların içine mi çekilmek istiyoruz?

***

Sonsöz; Her ne kadar ekonomik anlamda tam istediğimiz verilere ulaşamamış olsakta, Avrupa Birliğine girmek için bazı şeylerden ödün vermek zorunda olsakta, 3. Dünya ülkelerinin içinde bulunduğu bilinçli olarak planmış olayları doğal gibi gösterip ve bunu uzaktan da olsa “Türkiye için fırsattır” diyen diplomatlara diyorum ki; siz istifanızı verin! Olaylar gerçek, fakat yaşananları doğal gibi göstermek için yıllarca politik olarak bu ülkeleri kim destekledi? Halkları neden şimdi uyanıyor?

"Zaman insanı ne zaman, nasıl ve nereye geleceğini göstermez... Yaşatır! "S&S

SAMET SERBEST

3 Şubat 2011 Perşembe

Herkese Demokrasi, Bize Kelek !

Hepimizce malum olduğu gibi Mısırda bir halk devrimi devam etmektedir.


Son iki gündür yaşanan olaylar sırasında sayın başbakanımızın, amerikan başkanlarına özenip, dünya polisliğine soyunarak Hüsnü Mübarek'e yol gösterici söylemleri gündeme oturduğu sıralarda, söylediği bir sözün kendisinin demokrasi anlayışının bir göstergesi olduğunu ortaya koyduğunu düşünüyor olmalı.


Hatta kendisi Tunus ve Mısırda yaşanan olaylar hakkında bir grup toplantısında aynı düşüncesini vurgulamak için şunları söylemiş :


"Partisinin TBMM grup toplantısında konuşan Erdoğan, Tunus ve Mısır'daki gelişmelere değindi.


AK Parti'nin her zaman hak ve özgürlüklerden yana olduğunu ifade eden Erdoğan, sadece Türkiye'de değil, dünyanın neresinde olursa olsun hiçbir zulme sessiz kalmalarının mümkün olmadığını kaydetti. Bu konudaki görüşlerini sesli ya da özlü olarak mutlaka dile getirdiklerini, gerekli yerlerle gerekli ilgileri de zamanında kurduklarını anlatan Erdoğan, AK Parti'nin her zaman ileri demokrasiye taraf olduğunu, kurulduğu günden itibaren halkın tercihlerinin ve taleplerinin her şeyin üzerinde olduğuna inandığını, her zeminde en güçlü şekilde bunu savunduklarını söyledi."


Bu konuşmayı dinleyen biri bu konuşma sonrasında AKP ve başbakanımızın şu ilkelere sahip olduğunu düşünecektir :

  • Hak ve Özgürlüklerin Üstünlüğüne İnanır.
  • Ezilenlerin Yanında Olur
  • Demokrasinin Temel İlkelerine Saygılıdır.
  • İleri Demokrasi Hedefidir

Kendisinin konuşmasından alınan 2 cümlelik hitabında ortaya çıkan ilkeler bunlar. Ne güzel değil mi ? İlerici demokratik, hatta ileri demokratik, özgürlüklerin bekçisi ezilenin yanında bir başbakanımız ve hükumetimiz var.


Ama nedense bu ilkelere uyulduğunu bir türlü göremiyoruz.


Daha bugün DİSK, KESK, TMMOB, TTB’nin düzenlediği Torba Yasa Tasarısı Protesto girişimine daha hafta başında Ankara Valiliği tarafınca yapılan açıklamada bu eylemi “yasa dışı” ilan ederek, Meclis çevresinde herhangi bir eylemin yapılmasına izin verilmeyeceğini ve eylem yapılması konusunda ısrar edildiği takdirde emniyet kuvvetlerinin eylemcilere engel olacağını, yaşanan tüm olaylardan eylemi organize edenlerin sorumlu tutulacağını açıklayarak eylemi engellemeye çalıştı.


Eylemciler bugün saat 11:00 sularında kurtuluş parkına ulaşarak yürüyüşlerine başladılar. Başladılar ama ilerleyemediler. Polis; Ziya Gökalp caddesinde tüm sokağı ve çevre cadde ve sokakları tamamen kapatan barikatlarıyla önce 20.000 kişilik grubu durdurdu ve sonrasında tazyikli su ve biber gazıyla müdahaleye başladı.


Sonrasında gelişen olaylar artık protesto kapsamından çıktı ve orada olma mücadelesine dönüştü. Yoğun gaz ve -4 derecede soğukta maruz kalınan tazyikli su karşısında adım adım gerileyen protestocular, polis tarafından hem personel ile, hem de "Toma" tabir edilen toplumsal olaylara müdahale araçlarınında müdahalesiyle resmen alandan süpürülmüş ve dağıtılmışlardır.


Şimdi başbakanımızın grup konuşmasında sahip olduklarını vurguladığı demokrasi hatta ileri demokrasi anlayışına inanacak olursak bugün Ankara'da gerçekleştirilmeye çalışılan demokratik bir eylemi bastıranlar "Hüsnü Mübarek Rejimi" ve polisleri midir ?


Ezilenin yanında olan AKP neden ? Bu gün Kurtuluşta, Kızılay'da resmen ezilen, darp edilen sendika temsilcilerimizin yanında olmamıştır ?


Hak ve özgürlüklerin yanında olduğunu iddia eden başbakanımız neden emekçinin hak ve özgürlüklerini yok sayıyor ? Neden vatandaşını potansiyel suçlu, potansiyel terörist olarak görüyor ?


Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu milletin kanıyla canıyla kurduğu ve bugüne kadar koruduğu meclis neden millete kapatılıyor ?


Çünkü grup toplantılarında Arap halklarına teslim ettikleri demokratik hakları, kendi vatandaşlarına tanıyacak olurlarsa; sekiz yıldır ezilen yok sayılan bu halk sesini yükseltecek, AKP'nin ilkelerini unuttuğunu, tek amacının cebini doldurmaktan öteye geçmeyen bir yönetime sahip olduklarını, yürütme ve yasmadan sonra yargıyı da ele geçirmek üzere oldukları gerçeğini bunun farkında olmayanlara duyurabileceklerininin farkındalar.


Çünkü millet Türklüğünü sorgulayan, her vesile ile onu ayırıştıran, her yeni yasa ile ötekileştiren Neo Osmanlı mantığını reddediyor.


Çünkü millet yalnızca kendi yakın çevresine iş, ihale, fırsat ve imkan tanıyan AKP zihniyetinin halkı açlığa, işsizliğe, yoksulluğa ve biat kültürüne itmeye çalıştığını bunun AKP çıkarlarına hizmet ettiğini görebiliyor.


Çünkü millet kanıyla, canıyla kurduğu Cumhuriyetin, padişahlık sistemine doğru sürüklendiğinin farkına varabiliyor.


İşte bu nedenle başbakan ve partisi, Tunus ve Mısır halkına zulmedenlere demokrasi ve hatta ileri demokrasi dersi verirken kendi halkına zulmü reva görüyor.


İşte şimdi tam da bu gün Hüsnü Mübarek tüm dünya ya "Birileri bize demokrasi dersi vereceğine gidip o dersi kendisi alsın." demelidir.

29 Ocak 2011 Cumartesi

Senarist Amerikadan, Seyirci Amerika Ya !

Amerikanın büyük ortadoğu projesi çatır çatır çatırdıyor. Önce Tunus ardından Yemen şimdide Mısır.

İsraili koruma altına almayı amaçlayan ve ABD'nin bölge petrollerindeki hakimiyetini arttıracak büyük ortadoğu projesinin yerinde yeller estiriyor bu gün doğunun halkı. Afrikada başlayıp giderek ortadoğuya doğru sıçrayan halk ayaklanmaları Amerikan hükmünü yerlere vuruyor.

Kendi kaderini eline alan halklar Özgürlük ve demokratik haklar için mücadele ediyor.

Bu güne kadar kendini özgür dünyanın temsilcisi olarak gören ülkeler ise merak ve birazda korku içinde olanları sadece izleyebiliyor.

Tarihi günler yaşıyoruz, bu tarhin bir parçası olmak ve gelecekte oluşacak demografik yapılarda söz sahibi olabilmek için çok büyük bir fırsat bu. Ne yazık ki kendi ülkemizdede iç karışıklıklara gebe bir dönem var önümüzde. Seçimlerde cabası.

Ancak yeni hükümet haziran sonrasında ortadoğuda yeni kurulacak hükümetler ile temasa geçebilecek gibi görünüyor.

Meydana gelen halk devrimleri nelere gebedir bilinmez ama Türkiye'yi örnek aldığını zannettiğimiz bu ülkelerde, ekonomimizi güçlendirecek ikili ilişkiler kurmak her halükarda menfaatimize olacaktır.

Her ne kadar Amarikan develet başkanı Obama süreci yönetmeye yönelik grişimlerde bulunmaya çalışıyor olsada, özellikle Mısır da Hüsnü Mübareğin döneminin kapandığı açıkça görünebiliyor.

Yaklaşık 30 yıldır islam dünyasında büyük ağabey rolünü oynayan Mübareğin bu görevden çekilmesi ile doğacak boşluğu birilerinin doldurması gerekecek, umarım bu boşluk Türk hükümetleri tarafından doldurulur.

28 Ocak 2011 Cuma

Benim Öğrencim, Onun Öğrencisi! İleri Demokrasi Devriminin Örneği...

Bu konuyu azdaha es geçecektim. Oysa dün akşam haberi gördüğümde yazmaya karar vermiştim.

Dün Erzurumda Açılışı Yapılan Dünya Üniversiteler Kış Olimpiyatlarında Muhteşem bir gövde gösterisi yapan başbakanımız, ertesi gün davet edilen öğrenci temsilcileri ile yapacağı toplantıyı düşünüyormuydu bilemem ama bu toplantıya davet edilmeyen üniversiteleri temsil eden öğrenci temsilcileri otobüslerle Erzurum yolundaydı.

Ama ileri demokrasi timsali kurumlarımız bir yerlerden basılan bir düğme ile demokrasinin tüm gereklerini kullanarak Gerçek Öğrenci temsilcilerini kanunların her türlü imkanlarını kullanarak durdurmuştur.

Gazetelerde, “Erzurum'a provokasyon” başlığıyla haber olan öğrenciler, “Başbakan'ın yaptığı toplantıda biz temsil edilmiyoruz, temsilcilerimizi göndermek için gidiyoruz” diyordu oysa.

Demokratik bir hakkın gereğini yapıyorlardı yani.

Ankara'dan çıktıklarından itibaren yedi kez durdurularak kimlik kontrolüne tabi tutulan Geç Sen temsilcileri, ilk olarak Ankara çıkışında durdurulduklarını burada iki buçuk saat boyunca, Genel Bilgi Taraması (GBT) sisteminde sorun olduğu gerekçesiyle bekletildiklerini ifade ettiler

Dün akşam izlediğim haberde “Bizim toplantıya gecikmemizi sağlamak için böyle komik ve keyfi bir yöntem seçmişler” diyen Genç Sen Temsilcisi Doğukan Ünlü, keyfi olarak durdurulmalarına tepki gösterdikleri için, kısmi gerginlikler yaşandığını aktardı.

Daha sonra Kırırkkale girişinde birkere daha durdurlan gurup bu defa da polisin otobüs firmasıyla öğrenciler arasındaki sözleşmeyi istemesi üzerine uzun süre beklemek zorunda kalan öğrencilerimiz, belgenin faks yoluyla iletilmesinin ardından polis, bu kez de belgedeki yazıların silik çıktığını öne sürerek ipe un sermiş. Öğrencilerin verdiği bilgiye göre, tekrar kimlik kontrolüne girmeyi reddeden üniversitelilere polis “Burası Kırıkkale” diye cevap vermiş.

Kırıkaleden sonra Sivas çıkışında da , “yol kapalı” denilerek engellenen grup bunun üzerine yolu trafiğe kapatarak serbest kalabilmişler.

Erzuruma doğal olarak zamanında yetişemeyen Genç Sen üyeleri Erzuruma giremeyince bugün bir basın açıklaması yaptılar Link'e tıklayarak bu basın açıklamasına ulaşabilirsiniz.

Bu haberi ilk gördüğümde kulaklarıma inanamadım. Demokratik bir devlet demokrasinin ve devletin gücünü kullanarak vatandaşlarının seyahat özgürlüğünü kısıtlıyordu.

Nedesem bilmiyorum ama artık bu uygulamalar her nekadar beni şaşırtsada şaşırtan uygulamanın kendisi değil, taktire şayan cesaret örneği oluşlarıdır.

İleri Demokrasi dönemine geçtik diyeceksiniz, Özgürlükçü demokrasinin gereklerini yapıyoruz diyeceksiniz, hatta bu uğurda meclisi, danıştayı, HSYK'yı ele geçireceksiniz sonrada büyük bir cesaretle milletin gözünün önünde "aha işte benim ileri demokrasi anlayışım bu" diyerek insanlarınızın seyahat özgürlüğünü kısıtlamak için kanunların açıklarından yararlanacak, hatta bunu devletin polisine yaptıracaksınız.

Daha neler arkadaş daha neler ?

Siz akp yandaşları, hala herşeyin yolunda olduğunu idda edecekmisiniz ?

Hala ileri demokrasiyi getiriyoruz diyebilecekmisiniz ?

Diyecekseniz yuh sizede  !


Bu ülkede her şey yapıldı polisler sokaklarda tekmeyle, jopla hamile kadının karnındaki bebeğini bile öldürdü hemde ceza bile almadılar. Ama ben hiç kimsenin benim seyahat özgürlüğümü kısıtlyabildiğini görmemiştim.Sayenizde bunu da gördüm çok şükür.

Bu olayda açıkça gösteriyorki AKP öncelikle kendi fikrinde olmayanlara tahammülsüzlüğünü şiddetle korumakta "benim gibi düşünmeyen benden değil" mantığıyla kanunun gücünü gayrı yasal hareketlerde bulunmak için hiç çekinmeden milletin gözü önünde kullanabilmekte ve yasaları istediği gibi eğip bükmektedir.

Bune cesaret efendiler ! Neyinize güveniyorsunuz Ordunun suskunluğunamı ? HSYK yamı ? bağımlı yargının temsilcilerine mi ? Kendinize mi ? Yoksa kendi ordunuza mı ?

Size Zeynel Abidin Bin Ali ve Hüsnü Mübarek örneğine bakmanızı öneririm polis devletlerinin sonunu size hatırlatacak, bilmiyorsanız öğretecek örneklerdir bunlar.

Ama siz ne bu örneklere aldırırsınız nede size oy veren körler bunları görürler. Nasıl görsünler Televizyonlar ve gazeteleriniz elinizdeyken ? Buna güveniyorsunuz aslında.

Düşünün sabahtan beri bu haberi bulabildiğim tek medya internet gazeteleri ki hala henüz onlar ellerine geçemedi.

Uyanın yurtdaşlarım, lütfen bunun artık ciddi bir tuzak olduğunun farkına varın, bırakın o partiyi, bu partiyi içinde bulunduğumuz rezilliği gerçekleri görün lütfen.

Güçlenen AKP; biten Türkiye

12 Eylül referandum sonuçları meclisteki partiler için neyi ifade ediyor. Bundan sonra ne olacak? Halk ne bekliyor? Bazı partilerin alması gereken dersler var mı? Yoksa kazanmak için her şey yapıldı mı? Akp bu sonucu hak etti mi? Bu sorumların ve daha fazlasının cevabını bu yazımda sizler ile paylaşacağım.

Parti milleti Türkiye
Bir referandum muhabbeti Türkiye’nin 2010 yılının 2 ayını aldı. Peki, nasıl aldı. Genel seçimler öncesinde meclisteki partiler için miting alanlarında gövde gösterisine dönüşen bu referandum ortamında halkın %58 evet ile değiştirilen maddeleri oyladığına ben emin değilim. Neden? Günümüzde partizanlık öyle bir hal aldı ki takım tutar gibi her partinin sahip olduğu belli bir kitle oluştu. Partilerin kuruluş amaçlarını unutuyoruz zaman zaman, böyle olunca ortaya denetlenmeyen hizmet ve dolaylı olarak kalitesiz hizmet ortaya çıkıyor. Parti ve hizmet bilincine millet olarak ne zaman varacağız çok merak ediyorum.

*** *** ***

Sınıfı Akp geçti!
Referandum başladığından beri çalışmalarını sürdüren 3 büyükler (Akp-Chp-Mhp) ülkeye renk getirdi. Gittikleri yerlerde küçük bir ekonomi yarattılar vatandaşlar için yadsınamaz bir gerçek bu ama halka ne verdiler! Değişmesi için oylamaya giden bir anayasa paketi vardı ortada adam gibi halkı aydınlatan birileri yoktu miting alanlarında… İktidar kendi yaptıklarının övdü. Ana muhalefet yine olmadık yerlerden tuhaf konulara girdi kendisine verilen bu fırsatı değerlendiremedi. İkinci ana muhalefet Mhp bir vardı bir yoktu. Sonuç olarak baktığımızda iyi not alan değil geçer not alan sadece iktidar partisi oldu.


*** *** ***

2. Dünya ülkelerinde sol yoktur
Bizim gibi hangi hep gelişmekte olan ülkeler statüsünde olanlar için yeni diğer bir deyişle kalkınmakta olan (2.dünya) ülkelerde büyük devletlerin ve özellikle Amerika ve taraftarı olan ülkelerde sol eğilimler hiçbir zaman iktidar olamaz. 20.yy’dan günümüze kadar 5 kıtadaki Amerikan politikalarına bakarsak hiçbir zaman sol güdümlü halkçı, sosyalist bir parti ülke yönetimine gelmemiştir. Bunun nedeni ise sağ eğilimi olan muhafazakâr kesimin milliyetçilik, muhafazakârlık ve din üzerinden her zaman daha iyi siyaset yapmalarıdır. Bir ülkeyi kontrol etmek istiyorsan o ülkenin halkına söz geçirecek ve inanacağı birilerini yönetime getirmelisin ki senin ülkenin çıkarlarını korusun! Amerika’nın uluslar arası alanda politikasını incelediğimizde hep bu tablo karşımıza çıkmaktadır. Her zaman özgürlük ve çağdaşlaşma bahanesi adı altında yapılan askeri ve ekonomik harekâtlar ardında Amerikan yanlısı bir yönetim ve sonuç yenidünya düzeninde gizli bir sömürge…

*****

Son söz; Halkın yarısından fazlasının evet dediği ve içeriğini oylayanların büyük bir kısmının bilmediği bir anayasa, kazananların neyi kazandıklarını bilmediği, kaybedenlerin ne kaybettiğini bilmediği bir ortam. Ülkenin güçlenmesi istemeyenlerin tamda istediği bir tablo, peki bunun farkında olan kim?

SAMET SERBEST

Sehven Yaşıyoruz, Sehven !

Son iki günün akılalmaz bombası "Sehven" tartışmaları gündeme damgasını vurdu !

Öncelikle bilmeyenler için ne anlama geldiğine bir bakalım şu "Sehven" kelimesinin. Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde şöyle açıklanmış.

sehven    Ar. sehven 
zf. (se'hven) esk. Yanlışlıkla.
 Güncel Türkçe Sözlük 

Evet yanlışlıkla !

2008 yılında gözaltına alınan Teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin, polislere teslim edilen cep telefonuna, ''delil yükleme ve suç yaratma'' eylemi gerçekleştirilerek Emniyet Genel Müdürlüğü Tarafından Sehven bir işlem yapıldığı itiraf edildi.

Siz bir insanı bir suçla isnadedip, suçu karara bağlanmadığı halde kaçabilir şüphesi ile demir parmaklıkların ardına atacaksınız, orada 2,5 yıldır tutacaksınız, sonra bu insanı suçlamak için kullandığınız delilin sehven ortaya atıldığını söyleyeceksiniz. Üstelik bu sehven değişikliğide Emniyet Genel Müdürlüğü açıklayacak !
Ne güzel değilmi ? İşte Günümüz Türkiyesinin İleri Adalet Dönemi arkadaşlar.

Şimdi birileri çıkıp canım bu bir şeyi değiştirmez, Altı üstü hizbu tahrir örgütünün telefonları, bu şahıslarla gerçekleştirilen 139 görüşme yanlışlıkla telefona atılmış diyecektir.
Yahu bir adli delil, el konulduktan sonra bu adli delile sehven bir bilginin yüklenmesinin vahametinden bi habermisiniz siz ? 

Ne demek bu ! 

Birileri çıkacak sizi suçlayan bir delili alacak, sizin ve avukatlarınızın bilgisi dışında, sizin hayatınızı mahvedecek varolmayan, delil özelliği taşıyan bir takım bilgiyi sizin telefonunuza yükleyecek. Bu Suçtur arkadaşlar üstelik Maddi İftira Suçudur ve 5 yıldan 12 yıla kadar cezası olan bir suçtur !

Peki kim işlemiştir bu suçu, delili muhafaza etmekle yükümlü emniyet güçlerimiz. Doğal olarak mecburen "sanık" olan teğmenimizin avukatı 3 emniyet mensubu hakkında suç duyurusunda bulunmuştur.

Vahameti bir yana, bu olay hepimize şunu göstermiştirki, çeşitli vesilerle suçlanan ve silivride tutulan yada hakkında vergi kaçırdığı idda edilip mallarına el konulan iş adamlarımızın, aydınlarımızın  ve askerlerimizin de haklarında benzeri işlemlerin yapılmış olabileceği gerçeği ile karşı karşıyayız.

Çünkü bu suçlamaların hepsinin bir ortak yönü vardırki, oda suç isnadı sonrası delillerin bir araya getirilerek iddanamelerin oluşturulmasıdır.

Bu dikta rejimlerinin tasfiye sürecini hatırlatmıyormu sizlerede !

Ve bu bir ilk de değildir bugün manşetlere düşen bir başka sehven olayı daha ortaya çıkmış, Şantaj ve askeri casusuluk soruşturmasının bir numaralı şüphelisi Emekli Albay İbrahim Sezer'in telefon görüşmelerinin dökümünde, rus ajanı ve kadın satıcısı olduğu öne sürülen Vika isimli bir bayanın adının eklendiği ortaya çıkmıştır.

Habertürk'ün haberine göre, teknik takibi  yapan polis tarafından soruşturmayı yürüten savcı Fikret Seçen’e gönderilen, görüşme dökümlerinin yer aldığı iletişim tespit tutanağında tutuklu sanık Albay Sezer’in 14 Temmuz 2010’da Saffet Kaplan ile yaptığı telefon görüşmesinde Rus ajanı ve kadın satıcısı olduğu iddia edilen gözaltına alındıktan sonra sınır dışı edilen Vika isimli kadının adının geçtiği ve Sezer'in "Vika’ya uğrayacağım" dediği bilgisine yer verildi. Ancak Sezer itirazda bulunarak kadını tanımadığını  ve görüşmenin tekrar dinlenmesiniistemesi üzerine. Telefon kaydının tekrar savcı Seçen huzurunda dinlenmesiyle Sezer’in Vika adıyla söz konusu cümleyi söylemediğini ortaya çıkaran bu durum ikinci sehven vakasınında ortaya çıkmasına sebep oldu.

Arkadaşlar; Ordumuzun değerli mensupları, AKP muhalifi olduğu hepimizce bilinen bir çok aydınımız, ve kimbilir daha hangi masumlar bu ve benzeri ithamlar ve yaratılan deliller ile 2005 yılından beri özgürlükleri ellerinden alınmış bir şekilde demir parmaklıklar arkasında tutulmaktadır. Bu iki olay göstermektedir ki gerek ordu mensupları nezdinde Türk Silahlı Kuvvetlerine, ve aydınlarımız nezdinde Türk Siyasi Hayatına açıkça müdahale edilmekte ve bir takım toplumca yüz kızartıcı tabir edilen ağır suçlamalarda bulunarak Türk İnsanının bu kurumlara olan güveni sarsılmaya çalışılmaktadır.
Bugün Ordu ve basın susuturulmuş, Devlet Güvenlik Mahkemeleri Dağıtılmış, HSYK ele geçirilmiş. Yargının pek çok kademesinde hem personel hem yasal anlamda değişikliklere gidilmiş ve bugün geriye kalan son direnek noktası olan ANAYASA MAHKEMELERİ de torba yasa kapsamında kadrolaştırılarak aradan çıkartılmak üzeredir.

Bu durum Laik, Demokratik, Türkiye Cumhuriyeti'nin yargısının ve siyasal hayatının önümüzdeki Ana Yasa değişikliğinin gerçekleşmesine engel olamaması amaçlanarak yapılmaktadır. 
Seçimlerden sonra AKP kadrolarının, yine çoğunlukla iktidar haline gelmesi durumunda, artık aleni bir biçimde Tayyip Erdoğan diktatöryasının, bir daha yasal yada siyasal girişimlerle engellenemeyeceği gerçeği kabak gibi ortaya çıkmıştır.

Buna rağmen, halen Türk Vatandaşları derin bir gaflet uykusunda uyumaya devam etmektedir.

Lütfen silkinin ve uyanın ey milletim. Artık bu siyasi bir seçim sorunu olmaktan çıkmış Milli bir davadır.

27 Ocak 2011 Perşembe

İnanan, Savunan, Mücadele Eden 68'liler, Militarist 70'liler

Bu gün, 68 kuşağından ağabeylerimin bulunduğu bir ortamda 72'li biri olarak, 68 - 70 kuşağının darbelere bakış açısının farklığı hakkında derin bir sohbet ortamının tartışmacısı olma fırsatı yakaladım. Çok keyifli ve bir o kadar eğitici bir sohbetti doğrusu. Kah sinirlendik,  kah üzüldük, ama ilginç bir sonuca ulaşan tartışmamız, 68 kuşağından arkadaşların belkide beni ilk defa anlayarak hak verdiği bir empati ortamıyla son buldu.

Tartışma darbe ve darbe yanlısı suçlamalarıyla başladı ve nedendir bilmiyorum bir anda tartışmanın etrafımda döndüğünü farkettim.

68 kuşağını temsil eden ağabeylerim, darbeyi ve askeri yönetimi yerden yere vururken bunu savunan tek kişi olmam nedeniyle bütün gözler bana döndü, bende bana konuşma fırsatı verirlerse neden böyle düşündüğümü onlara aktarabileceğimi, ve bana hak vereceklerini söyleyerek söze başladım;

Sizler, 68 kuşağı olarak, 12 Eylül 1980 öncesinde olanların canlı tanıkları, belkide mağdurlarısınız.

O yıllarda sağcısı, solcusu inandığınız fikirler uğruna mücadele verdiniz ve eminimki samimiydiniz, bu benim kuşağım tarafından gerçektende taktir gören bir özelliktir o dönemin insanlarına atfedilen.

Ama bizim gerçeğimiz sizlerden çok farklı arkadaşlar. Bakın bir de bizim gözümüzden görünen o yıllara...

Sizler sendikal haklar, sosyal demokrasi, vatan, milletin bekası ve korunması adına mücadeleye öylesine kaptırmış ve bu mücadelede öylesine yoldan çıkmıştınız ki, o yıllarda çocuk olan bizlerin ne yaşadığının ne farkındaydınız nede bunu düşünecek durumdaydınız.

Oysa bizlerin hatırladığı 12 Eylül öncesi dönem : Evimizin karşısındaki okulumuza gidemediğimiz, sokağımızda bir gün sağcı - polis, bir gün solcu - polis, öbür gün sağcı - solcu çatışmalarının olduğu ve daha o yıllarda 6 - 7 yaşlarında olan benim gibi insanların silahseslerinden ürküp günün yarısını evimizdeki yemek masalarının altında oyuncaklarımızla oynamaya çalışıp, annelerimizin bir "şey yok oğlum - kızım, amcalar tartışıyor geçecek" telkinleriyle yaşamaya çalıştığımızı hatırladığımız yıllardı.

Daha çocuktuk ve her akşam TRT televizyonunun akşam haberlerinde 49, 50 kişilik ölmüş insanların isimlerinin okunması kaldı akıllarımızda. Sonra Abdi İpekçi; hala unutmam o gün babamın nasıl üzüldüğünü, televizyonda gördüğüm sonradan Abdi bey'in arabası olduğunu öğrendiğim bir 131'in sokağın ortasında durur halini. Sonra bir iplik fabrikası hatırlıyorum iğlerin sökülüp gerçek bir savaş havasında insanların birbirine salladığı.

Körpecik beyinlerimizi meşgul eden şeyler yağ kuyruklarından bir an evvel oyuna koşturmak, okulda kullanacağımız dosya kağıdının gelip gelmeyeceğini merak etmek, annemizin bizi bakkala birşeyler almaya göndermeyeceğini ummaktan ibaretti. Umardık çünkü o kuyruklar ve beklemek bitmez gibiydi.

Dünya umurumuzda değildi belki, ama ne zaman ortalıkta topluca gezinen birilerini görsek yada patırtı kütürtü duysak irkildiğimiz, saklanmak için eve koşuşumuz gelir gözümün önüne hep.

Çocuktuk ve hayatımız, o çocukluğumuzu kabus haline getiren korkularımızla doluydu, üstelik bizim korkularımız öcü möcüde değildi hani, kanlı canlı eli silahlı insanlardan korkuyorduk. Sonra sokağı boydan boya geçen bez parçalarından, çünkü annemiz sıkı sıkı tembihlerdi "aman oğlum onlar pankart, onu görürüsen sakın yaklaşma" çünkü bombalı olabilirdi o bez parçaları.

Korkardık çünkü okulda bahçede oynamak bile tehlikeliydi, arkadaşlarımız ölmüştü. İlk okul bebesine bile merhamet göstermekten aciz canavarların silahlarından çıkan kurşunlardan.

Biz böyle korkularla dolu günlerde yaşadık çocukluğumuzu ve bir gün Ankara, Anıttepedeki evimizin önünden geçen tankların paletlerinin sesiyle uyandık. Yine korkmuştuk ama babam sevinçliydi asker amcalar yönetime elkoymuş ve artık akan kan duracaktı.Korkmamıza gerek kalmayacaktı.


İşte siz 68 kuşağının işkencelerle, tutuklamalarla, açıyla andığınız 12 Eylül 1980 sabahı benim neslim için bu demekti "Özgürlük".

Sıkı yönetim vardı, ama kimse bizim sokakta oynamamıza karışmazdı, asker amcalara selam verirdik sık sık.Onlarda haydi bakalım küçükler doğru eve der bizi tatlıca kovalarlardı. Askerde bu demekti bizim için.

Yağ kuyrukları bitmiş, bakkal evrende ne ararsak bulur olmuştuk. Kasabımız kaya amca tezgahını malla doldurmuştu, en güzeli de çizgili kağıt rahatça bulunabiliyordu artık.

Bakkala gitmek işkence değil keyif halini almış, şeker derdine 50 kuruşluk harçlıklarla bayram eder olmuştuk.

Ne işkencelerden haberimiz vardı, nede tutuklamalardan... Mutluyduk artık, asker amcalar korkularımıza son vermişti nasılsa !

Huzur içinde okulumuza gidebiliyor, egzoz patladığında sağa sola kaçışmıyorduk.Yeniden çocukluğumuzun hülyalarına dalmış büyüyüp gidiyorduk.

İşte 12 Eylül 1980 darbesinin  benim neslimin gözüyle görünümü.

Biz askeri ve orduyu sevdik, iyi ve sıcak olduklarını, bizi korumak için, devleti kuranların bizler için varolduğunu öğrendik. Sevdik, bağlandık ve bir parçası olduk ordunun.

Sonra 1989'da şemdinlide terörü tanıdık, kahpe ve kalleş yüzünü gördük gençliğimizin daha başlarında. Küçücük bebeklerin, annelerinin yanı başında kanlar içinde cansız bedenlerini gördük televizyon kanallarında, hırslandık lanetler okuduk.

Güney doğu bizler için bir vakaydı artık, askerlik çağına gelmiş 1990 lı yıllara adım atmıştık her gün gelen şehit haberleri, bitmek bilmeyen baskınlar bizim için vatan demekti, bayrak demekti, ordu demekti.

Milletimize sahip çıkmanın zamanı gelmişti işte; kuşandık silahımızı, giydik şerefli Türk askerinin üniformasını.

Vatanımız sağolsun, allah utandırmasın diyerek adım attık kışlalarımıza, savaşa hazırlandık eğitimlerimizle ve o gün geldiğinde bizde gittik gerçeğimiz olan güney doğuya, vatanın toprağını savunmaya.

Artık ordu bizdik!

Kimimiz kaldı vatan toprağında, kimimiz bir parçasını gömüp geldi anasının kucağına, kimimiz ise tek parça ama bir hayli eksik geldik sıcacık yuvamıza. Ama o orduyu içimizde kalbimizde taşıdık, ordu millettik biz. Buna inandık bu inançla yaşadık.

Sonra birileri çıkıp ordu bu milletin ilerlemesini, gelişmesini istemiyor demeye başladı. Zamanla darbeci olduk.

TSK; inandığımız ve vatanı koruduğunu düşündüğümüz tek kurum, sindirildi sessizleştirildi. Sonra 12 Eylül 1980 dendi, kara bir gün dendi, lanetlendi. Oysa bizim için "özgürlük" demekti, "kurtuluş korkulardan, huzur" demekti...

Bugün neye inanacağımızı şaşırdık artık. Bizim neslimiz 70 kuşağı kayıp bir nesil haline geldi. Siz 68 kuşağı kusuruma bakmayın, belki çok temiz ve iyi niyetlerle başlamıştınız mücadelenize ama yitip giden biz olduk.

İşte bu nedenle yadırgamayın benim ordumu sevmemi, saygı duymamı. Ben o ordunun sevgisiyle büyüdüm çünki...

25 Ocak 2011 Salı

Bu başörtüsü ile ne yapacağız ?

Baş örtüsü sorunu, siyasi partilerin milyonları peşine takmasına neden olan sorun ! Kimsenin çözmek istemediği ve kimsenin çözülmesini istemediği kanayan bir yara !

Muhtemelen islamcı cevrelerin küplere binmelerini, hatta yuhalamalarını sebep olacak ama ılımlı bir geçiş olabilecek bir önerim var bu konuda.

Öncelikle başörtüsüne laik kesimin allerjisinin nereden kaynaklandığına bir bakalım.

Ben Laik ama kısmi muhafazakar olarak nitelendirilebilecek bir kişiyim. Ama benimde rahmetli babannem, anne annem ve diğer büyüklerim akdeniz tarzı başörtüsünü hayatları boyunca kullanmışlardır. Annemin başı açık olmasına rağmen müslümandır ve dini vecibelerini yerine getirir. Kısaca müslüman bir ailenin şükürki müslüman bir evladıyım.

Ama laik ve İlke ve inkılaplara sıkı sıkıya bağlı biri olarak, ben de bir yandan Türban kavramına siyasal simge olması nedeniyle karşı çıkmaktayım.

Evet uzun zamandır başörtüsü meselesi laik kesimin casusbelli'si olmuş bu konuda değil bir açılım yapmak, inanılmaz bir kapanış yapmanın derdinde olmuştur bu kesim. Bende o fikirde olanlardan biriyim.

Ama bir de realite vardır ki bu realite hepimizin hayatları ile iç içe yaşamaktadır.

Sanırım gerek Türk siyasetinin yeni geldiği noktadan yada yaşım gereği bu konuda artık eskisi kadar fanatik hissetmemekle birlikte, her tarikatın kendisini tanıtmak için kullandığı Türban mantığına, islamcı siyaset erklerinin siyasal bayrak anlayışı ile bakması nedeniyle hala şiddetle karşıyım.

İçinizden yok daha neler dediğinizi duyar gibiyim, insanların inançlarını yaşamasına engel olunmamalı diyenleride duyar gibiyim.

Elbette bir yere kadar haklıdır bu düşüncede olan insanlar.

Ama modern demokrasinin babası, ünlü filozof Jean Jacques Rousseau "Bir kişinin özgürlüğünün başladığı yerde bir diğerininki sona erer" der. Ki doğrudur ! Demokrasi anlayışı bu fikir üzerine inşa edilmiş yasalar ve adalet bu fikir temel alınarak ortaya konmuştur.

Yani özgürlüklerimiz toplumun tüm kesimleriyle ortak anlayışlar kapsamında olmak zorundadır. Bu gün "TOPLUMSAL BARIŞ" diye yırtınılan şeyde işte budur.

İşte tam da bu nedenle her ne kadar Türbana karşı olsada, baş örtüsüne karşı değildir laik kesim ! Bakın üstüne basa basa tekrar söylüyorum "Türbana Karşı Olmakla Birlikte Baş Örtüsüne Karşı Değildir !!! ".

Laik kesimin korkusu cumhuriyet kurulduğu günden bu yana Türk toplumunun bir gerçeği olan karşı devrimin gerçekleşmesine engel olmaktan öte bir refleks değildir aslında. Oysa hepimizin ailelerinin yaşlı bayanları örtülüdür - örtünür !

Peki nedir çözüm önerim ?

Aslını isterseniz bu konu, her iki tarafın da samimiyetini ortaya koyması ile çözülebilir.

Türban siyasal bir simgedir ve sanırım bu her iki kesimce de sabittir.

O halde islamcı kesim, Türbanı kamusal alanlarda kullanma ısrarından vaz geçerek, akdeniz usulü olarak tanımlanan örtünme biçiminin benimseyecek, bunun karşılığında laik kesimde bu uygulamayla hem kamusal alanlarda hemde üniversitelerde yasakların kaldırılması yönünde oy verek destek olacak.

Bu tarz bir uygulama öetünme felsefesine gerçekten inançları nedeniyle isteyen toplumun samimiyetini ortaya koyacak ve bu sayede laik kesimin itirazları çok büyük ölçüde son bulacaktır. Bunu biliyorum çünkü bende Türbana şiddetle karşı çıkan laik kesime üye bir insanım

Ama hepimiz biliyoruz ki bunun gerçekleşmesi, İslamcı Siyasetçilerin ellerindeki en büyük ve güçlü kozu çekip alacağından, bu girişimde malesef asla başarılı olmayacak hatta ayrımların daha da netleşeceği sonuçlar doğuracaktır.

Kısaca, malesef islamcı kesimin büyük bir bölümü Türban sorununda samimi değildir amaçları Türbanın bir bayrak olarak sembol vasfını korumasıdır ! Çünkü bunda çıkarları vardır !

Bırak Allah Aşkına Altaylı Ne Liberalliği...

Fatih Altaylı bu gün ki yazısında "Bırak Allah aşkına ne muhafazakarlığı ?" başlıklı köşe yazısında "Dün siyaseti yakından izleyen bir yakınıma uğradım" cümlesiyle başlayıp bu arkadaşının kaygısını dile getirerek yazısına başlamış.

Bu günün yaygın sorunu, mağdur edebiyatı ile yükselişe geçen islami siyasetin, liberallerinde kayıtsız şartsız desteği ile geniş kitlelerin desteğini almasıdır.

Türkiye bir dönem %50 nin üzerindeki Evet oyu çıkan referandumu tartıştı, referandumun başarısının altındaki nedenin liberallerin AKP'ye vermiş olduğu desteğin bir tezahürü olduğu hep gözden kaçtı. Hatta bu öylesine raydan çıktı ki AKP yönetimi seçimde de bu oyu alacaklarına kesin gözüyle bakmaya başladı

Bağzı liberal kesimden  gelen  yazarımız da hükümetin bu saplantısına aynı boş gözlerle bakarak doğrulayıcı bir rehavet içerisindeler.

Ama Sayın Altaylının bu gün ki köşe yazısı bence ciddi bir tehlikenin, ben burdayım diye bağırdığı günlerde, "aman canım abartmayın ne tehlikesi bırakın oynuyor çocuklar" yaklaşımınının nedenli yayğın olduğununun net bir göstergesidir. 

Bir tehlike vardır çünkü, liberal kesim aydınları, laik kesimden çıkarları için AKP saflarında yeralan bir takım eski cumhuriyetçiler ve kürtçüler giderek kendi önüne çıkabilecek unsurları birer birer temizleyen ve bunu yine bu kesimin desteğiyle gerçekleştiren AKP kadrolarının ana hedefinin "Tek Ülke Tek Parti" noktası olduğunun nedense bir türlü görememekte, inanılmaz bir iyimserlikle "yok canım daha neler komplo teorisi bunlar" diyerek gözlerini kapatarak desteklerine devam etmektedirler. (Dikkatinizi çekmek isterim Tek Bayrak Tek Millet demedim. Ümmetçiliğin bayrağı ve milliyeti olmaz çünki)

Altaylının yazısındada bu gayet net bir biçimde görülmektedir : 

Dün siyaseti yakından takip eden bir dostuma uğradım.
 
“AKP yüzde 50 oy alacak gibime geliyor. Bambaşka bir Türkiye’ye doğru
gideceğiz. Herkes ona göre düşünmeli” dedi. 
 
“Eeee” dedim. 
 
“Türkiye dönüşecek. Herkes hesabını ona göre yapmalı” diye devam etti.

“Senden bunları 2007’nin Ağustos’unda da duymuştum. Türkiye bir yere 
dönüşmez. Türkiye Türkiye’dir. Bazıları dönüştürdüğünü zanneder ama
döner döner başladığı yere gelir. Bak 4 sene geçti. Ne oldu?” diye sordum. 
 
“Az şey mi oldu! TSK’nın haline bak. Şimdilik Danıştay ve Yargıtay
dışında yargının durumu belli. Eğer yüzde 50 alırlarsa bak daha neler
değişir” dedi. 
 
Bense hiç o kanaatte değilim. 
Türkiye’de hiçbir şey kolay kolay değişmez. 
Yapımız bu. Bu yapıyı 8 senelik, 10 senelik iktidarlar, yönetimler
değiştiremiyor. 
Bırakın onu, 80 senelik rejimler değiştiremiyor. 
Toplum yönetim anlayışına biraz uyum sağlamış görünüyor ama kalıcı olmuyor. 
Gelen ağam oluyor, giden paşam. 
Bunları söyledim.
 
Diyor.
 
Bu savının doğruluğunu; bence tam bir saçlamalık olduğuna inandığım ve AKP nin yalnızca 
bu tür sesleri bastırmak için kullandığı ayrıca tabanına ve yapısına tamamen ters, aşağıdaki 
örneği vererek savunuyor.
 
“Sen Cemil İpekçi haberini okudun mu?” 
 
Okumamıştı. 
 
“Cemil İpekçi’nin 3 yıllık hayat arkadaşı varmış. Adı Bekir mi ne. Yani
bir nevi eşi. Cemil İpekçi’nin hayat arkadaşının eşinden bebeği olmuş.
Yeni.” 
 
Bu sefer “Eee” deme sırası ondaydı. “Eeee” dedi, “Ne alakası var?” 
 
“Çok alakası var” dedim. 
 
“Cemil İpekçi kendini muhafazakâr ilan etti. Senin o yüzde 50’nin içinde
Cemil İpekçi de var. Ve geri kalan yüzde 50 eksi 1 kişi de Cemil
İpekçi’yi bu haliyle çok seviyor, bağrına basıyor, hatta ihale veriyor,
modacısı yapıyor. Türkiye’nin muhafazakârlığı bu işte.”
 
İşte zihniyet sayın okuyucularım. AKP nin afyonu bu ! Liberallerimizin hala inandığı ve inanmalarını sağlayan küçük ama göz boyamaya yeten, gerçek niyetleri örtmek için kullanılan afyonu !
Oysa;
  • Önce zam üstüne zamlarla, sonrasında küçük bir yasal düzenlemeyle içki hakındaki görüşünü gözlerimizin önüne seren AKP içtihatı ortadayken hem de.
  • Önce DGM yi kaldırıp, sonrasında Ana Yasa Mahkemesini, bu gün de yargının genelini kadrolaştırma çabalarıyla hem de.
  • Üstüne bence bal gibi farkında olduğu 5 yıl 10 yıl tutukluluk tartışmalarının getirdiği PKK, Hizbullah sanıklarının salıverilmesine sessiz kalan uygulamalarıyla,
  • Her hareketinde vatandaşın parasıyla gerçekleştirmekle yükümlü olduğu her hizmetini, bir parti propagandası haline getiren ama vatandaş bunu yemediğinde organizedir bunlar çıkışlarıyla, 
  •  İktidara geldiği ilk günden beri muhaliflerinin önde gelenlerini, her bedene uyan "ERGENEKON" elbisesiyle silivriye mahkum eden anlayışıyla
Hala amaçlarının ne olduğunu ortaya koyamıyorlarsa ve liberal kesimde hala bunu görmekten uzak ve kendisini  "yok canım daha neler komplo teorisi bunlar" diyerek avuturken, bunun farkında olan kitleyide aynı uyuşukluğa gömmek uğraşısına kaptırmışsa, ben ne zaman ve ne olduğunda buna inancaklarını ciddi anlamda merak etmekten başka birşey yapamıyorum.

Ben Sayın Altaylının da sözlerinde inancını yansıttığına inanmak istemiyorum. III. Reich (Rayh) propagandalarını andırır uygulamalar ülkenin her yanında bangır bangır ortadayken Sayın Altaylının da bu denli kör olabildiğine inanmak istemiyorum.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Bir Baş Yazara Veda Etmek. (Uğur Mumcuyu Anarken)

Bir baş yazara veda etmek.

18 yıl önce 25 Ocak sabahı henüz daha taze bir delikanlı olduğum yıllarda yine bu günki gibi bir havada Atatürk Bulvarının kuğulu parkın çaprazındaki işyerimden saat 10:00 sularında çıkmış ve çankayadaki bir müşterime görüşme için gitmekteydim.

Randevum köroğlunda daha bir gün önce olağan üstü bir kargaşanın hüküm sürdüğü daha sonradan uğurmumcunun sokağı adını alacak olan Karlı sokakta idi.

Bir gün önce, pazar günü o elim haberi aldığım anı hatırlıyorum. Televizyonda spiker "Uğur Mumcu evinin önündeki aracına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu suikaste kurban giymiştir." metnini okuduğunda tüm ev ahalisi adeta donup kalmıştı.

Ama uğur mumcu ölmüştü işte !   Uğur mumcuyu babamın kitap merakı saysinde tanımıştım. Güçlü bir kalem, güçlü bir hatip ve araştırmacı olan Mumcu susturulmuştu.

O gün randevuma giderken bombanın patladığı yerdeki çukurun yanından geçmiş bir yandan dualar okurken bir yandanda ailesi için sabır dilemiştim içimden.Bugün bu dileklerimde ne denli haklı olduğumu anlıyorum.

O dönemler bu ve benzeri olaylar sıkça yaşanır olmuştu. Bir yandan aydınlarımız Mossad - ABD - İslamcı üçlemelerini açığa çıkartıp servis yapmaya çalışıyor ülke üzerinde oyunlar oynandığını dile getirmeye çalışıyor bir yandan da gerek aydın kesimin, gerekse askerin bu ve benzeri konuları dile getirebilecek sembolleri ortadan kaldırılıyordu.

Mumcu işte böyle bir dönemde Mossad - Kürt bağlantısı üzerine belgeler ortaya koyabilecek bir çalışması ile ön plana çıkmış ve tam anlamıyla susuturulmuştu işte.

18 yıl sonra bugün o insanın aslında bugün dönen dolapları açığa çıkartıp engelleyecek bir çalışma içinde olduğunu görebiliyoruz.

Ama öldüğü gün sanki bomba düşmüş gibiydi Ankaraya insanlar şaşkın, ürkmüş üzgün ve yaslıydı. Sanırım aynıgün büyük bir yürüyüş düzenlenmiş ve iş arkadaşlarımla beraber o yürüyüşte yeralmıştık.

Hüzün vardı, acı ve kaybolmuşluk vardı, hepimizin yüreğini aydınlatan bir ışık sönmüş yerini tarif edilmez bir karanlık almıştı.

Aradan 18 koca yıl geçti... İslami hareket örgütünün, ibda-c nin ve islami cihadın üstlendikleri eylem sonrası, çok şey söylenmiş ama Rahmetli Uğur Mumcunun cinayetini çözmek adına bir arpa boyu yol alınmamıştır, alınmak istenmemiştir.

Söylenecek o kadar çok şey var ki ama söylemek söyle dursun artık düşünmek bile züldür  bizlere. O büyük yazar, büyük araştırmacı ve büyük hatibimizin cinayeti çözülmedikçe bir saniye bile durmamalı toplumca bu ve diğer faili mechullerin çözülmesi için gerekli makmalara baskı yapmalı , yılmamalı, susmamalı sonuna kadar mücadele etmeliyiz.

Huzur içinde yatamadığın için özür dileriz Uğur Mumcu biz senin emanetini taşımayı bilemedik.

Tunus Devriminin Ülkemizdeki Yankıları

Geçtiğimiz hafta tarihsel bağlarımız olan Tunus Halkı, binlerce işsiz üniversiteli gençten biri olan Muhammed Bouazizi'nin, intaharı ile ayaklandı.

Bu vahim olay; tek geçim kaynağı olan, kendisini bile zar zor doyuran meyve sandığına Zabıtaların zorla elkoymaları Muhammed Bouazizi'nin son umuduna yitirmesine sebep olmuş olacak ki aklı başında kimsenin yapamayacağı bir şeyi yaparak başından aşağıya boca ettiği benzini yine kendi elleri ile tutuşturarak önce kendisini sonrada bütün Tunusu ateşe vermesi ile sonuçlandı.

Muhammet Bouazizi bir kurbandı belki, ama o kıvılcım bir anda bütün ülkeyi sardı.

İşsizlik,eğitimli gençlerin umutsuzluğu, medya ve internete sansür, hükümetin eş-dost ve yakın çevre ile kurulmuş, her yerinden rüşvet akan bir yönetim biçimini uyguluyor olması, adaletsizlik ve fakirlik her neden kaynaklanırsa kaynaklansın Tunus halkı Muhammed Bouazizi nin ölümüyle üzerindeki ölü toprağını silkti ve kolluk kuvvetlerinin baskısına rağmen ayaklanarak hükümeti düşürdü.

Kimileri bunun twitter,facebook, youtube gibi teknolojilerin devrimi olduğunu söylüyorlar. Oysa devrimin altındaki yegane gerçek, açlığa ve adeletsizliğe mahkum edilen kitlelerin, tüm umutlarını yitirdiklerinde bunun mutlaka sonuçlar doğuracağı gerçeğidir.

Romanyada da benzeri bir olay tetiklemişti halk ayaklanmasını.21 Aralık 1989 günü, Çavşesku kalabalığın önüne çıkmış, kendinden emin bir şekilde artık toplumun duymaktan bıktığı klişeleşmiş ve kendini ve icraatlarını öven konuşmalarından birini yaparken, kendinden emin ve kokuşmuş düzeninin yürümeye devam edeceğine kesin gözüyle bakmakytaydı. 

Konuşması sırasında kalabalığın içinden yükselen yaşlı bir kadından geldiği belli olan, titrek ama bir o kadar güçlü bir ses  "Yalan söylüyorsun!.."diye haykıracak ve tarih ayaklanmanın  o sesten kaç saniye sonra başladığını tartışıyor hale gelecektir.

İşte diktatörce yönetilen rejimlerde halkın tepkileri böylesine ani ve çok küçük kıvılcımlarla parlamaya müsait hale gelmektedir.

Tunus diğer Arap ülkelerinde bir domino etkisi yaratır mı ? Açıkçası bunu bizlere zaman gösterecek.
Ama şurası kesin ki siyasal yönetimler Tunus vakasından sonra ellerini başlarına koyup, insanları açlığa,sefalete ve adaletsizliğe sürüklerken iki kere düşünmekzorunda kalacaklardır çünkü Tunus modern dünyanın, günümüzün bir olayıdır. 

Günümüz İktidarları attıkları her adımda; Mikhail Çavuşesku ile Zeynel Abidin Bin Ali ve ailelerinin sonunu akıllarından çıkartmamalılar.

Bugün aydınlarımızdan bağzıları Zeynel Abidin bin Ali'nin Kemalist akımlardan etiklenerek devlet başkanı olduğunu, yönetiminin çökmesinin ise Atatürk ilke ve inkılaplarını uygulamasının nedeni olduğunu açıktan açığa dile getiriyorlar.

Zeynel Abidin Bin Ali'nin Atatürk devrimlerinin etkisiyle iktidar olduğu bir gerçektir. Ancak yolsuzlukları, yönetim anlayışındaki çarpıklık, 23 yılda ülkesine getirdiği fakirlik benzerliğin yalnızca bu ilhamdan ibaret olduğunu net bir biçimde orataya koyuyor.

Günümze  Kemalizmi, Atatürkçülüğü Atatürk İlke ve İnkılaplarını suçlamak, toplumun içerisine düştüğü fakirliği, işsizliği buna bağlamak bir liberallik göstergesi haline gelmiştir malesef.

Oysa bunu idda edenlerin oturup Büyük Nutuk'u okuduklarını hiç sanmıyorum. Genç Türkiye Cumhuriyetinin 1919 - 1938 yılları arasındaki değişim ve gelişimini ise çekemedikleri de gün gibi ortadadır.

Atatürk'ü onun devrimini suçlamak, onun anılarını yavaş yavaş toplumun hafızasından silmek uğraşlarının yegane sebebi, bu günün Türkiye'sinde bir kesimin Atanın devrimlerini varlığını tehdit eden yegane unsur olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.

Oysa Tunus devrimi ile Kemalistlere yada Atatürkçü laik kesime atıfta bulunmaya kalkanlar, tam tersine son sekiz yıldır halkı fakirleştirip, bir gecede birilerine kia sorento jiplere binme imkanı tanırken diğer kesimi açlığa mahkum eden, işsizlik artıyor denildikçe yalan yanlış Tüik verileriyle bunun doğru olmadığını kanıtlamaya çalışan, eline geçen her fırsatta adaleti, yargıyı kendi lehine yeniden yapılandırmaya çalışan iktidar ve yandaşlarına kendilerine dönüp ciddi bir hesap muhasebesi yapmak zorundadırlar.

Ancak bunu yapmak yerine, tıpkı Zeynel Abidin bin Ali'nın halkının feryatlarına kulağını tıkması gibi bugünki iktidar sahiplerimizde bizlere kulaklarını tıkamakta, insanlar aç karınlarını doyuramaz hale getirilmektedir.

Buradan bu vesile ile birkere daha AKP ve yandaşlarına sesleniyorum, aklınızı başınıza devşirin lütfen.
Türk milleti devletine hiç baş kaldırmamıştır , çünkü bu güne kadar bu görevi üstlenecek bir ordusunun varolduğuna inanmıştır. Siz bu ordununda susuturulmasını sağladınız, ancak toplumlar bireysel menfaatlerin güdüldüğü liderler sultası değildir. Hiç ummadığınız bir anda küçücük bir ses, küçük bir feryat bu toplumun fitilini ateşleyebilir, çünkü toplum bu noktaya getirilmektedir.

Bırakın onu bunu suçlamayı, demokrasi vaadlerinizi yerine getirin, sansürü, tehdidi bir kenara koyun, toplumun bir kesimini değil her kesimini kucaklayacak eylemlerde bulunun, aksi taktirde bir yaşlı kadın çıkar "Yalan söylüyorsun !" diye haykırır ve sonuçları ülkemiz ve hepimiz için korkunç olur.

UĞUR MUMCU’YA ‘HUZUR İÇİNDE UYU’ DİYEMEMENİN ACISI...

“Ben Atatürkçüyüm, ben cumhuriyetçiyim, ben laikim, ben anti-emperyalistim, ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım, ben özgürlükçüyüm, ben insan haklarının savunucusuyum, ben teröre karşıyım, ben hırsızların, yobazların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım…!
Öyleyse vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.”


Sevgili Uğur Mumcu’nun bu cümlelerini aktardığımda değerli bir dostum: ‘ama çıkmadı daha bir Uğur Mumcu...’ diye yazdı. Önce hüznünü hissettim. Sonra düşündüm. Evet yoktu. Belki vardı ama susturulmuştu. Belki vardı ama korkuyordu. Belki de vardı ama biz Onun kıymetini Uğur Mumcu’nun kaderini paylaştığında anlayacaktık...


Aynı dostum, yine bir gün: ‘İyi bir yazar iyi bir konuşmacı olamaz. İyi bir konuşmacı da iyi bir yazar olamaz.’ dediğimde ‘sen hiç Uğur Mumcu’yu dinlemedin, galiba!’ diye çıkıştı bana. Dinlemez olur muyum, defalarca dinlemiştim ama hatırlamamış mıydım? Hatırlatılmamış mıydı? Haklıydı. O sadece araştırmacı gazeteci değildi. O aynı zamanda hem çok iyi bir yazar, hem de çok iyi bir konuşmacıydı.


Şu bir gerçek ki; Uğur Mumcu’nun yeri doldurulamamıştı.


2011 yılından 1993 yılına baktığımızda ne görüyoruz?


Uğur Mumcu son gecesinde hangi araştırması üzerinde çalışıyordu?


‘Kürt Dosyası’


Tamamlamasına izin vermediler.


Eğer 18 yıl önce bugün Uğur Mumcu’yu kaybetmemiş olsaydık, çok farklı bir Türkiye’de yaşıyor, olabilirdik.


Uğur Mumcu, bu topraklar üzerinde oynanan hain oyunu bozmak üzereydi.


‘Kürt Dosyası’nın özelliği neydi? Belgeleriyle birlikte neler yazıyordu?


‘ABD’nin ve İsrail’in, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurmayı planladıklarını, bu projenin Sevr projesinin bir devamı olduğunu, PKK, Barzani ile Talabani’nin bu projede işbirliği yaptığını’ yazıyordu.


Bu kukla devlet yani Kürdistan resmen kuruldu.


‘Kürtlerin Türk soyundan geldiğinin tespitini ve sorunların çözümünün eğitim ve kültür ile bu bilincin aşılanması ve feodal yapının bozulması ile sağlanabileceğini’ yazıyordu.


‘Ermenilerin ASALA ve diğer terör örgütleri veya Fransa aracılığıyla Kürtleri de nasıl örgütlediklerini ve destek verdiklerini’ yazıyordu.


Bu gerçekleri ve aslında bir Kürt sorunu değil bir Ermeni sorunu yaşadığımızı, en son TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu da tekrarladığı için maalesef O da cezalandırıldı.


Uğur Mumcu'nun tüm eserlerini ve değerli eşi Güldal Mumcu’nun emekleriyle yayınlanan bu yarım kalmış büyük araştırmanın kitabını da mutlaka okumalısınız.


Yavuz Donat’tan dinledim. Yorumsuz aktarıyorum. Rahmetli Uğur Mumcu eşine anlatmış: ‘İsrail Büyükelçisi benimle öğle yemeği yemek istedi. Kabul ettim. Yemekte bana, Uğur Bey öldürülmekten korkmuyor musunuz? diye sordu. Günlerce bana bu soruyu neden sorduğunu düşündüm.’


Cumhuriyet devrimleri adına can veren şehitlerimiz, Atatürkçü aydınlarımız toplumda hak ettikleri değeri göremediler. Onlar yalnızca ölüm yıldönümlerinde anıldılar.


Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun dediği gibi: ‘Neden öldürüldükleri sorgulanmadan ve hesabı sorulmadan; anmaya devam ediyoruz utanmadan…!’


Oysa Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu’nun ardından diyordu ki: ‘Sönen her mumun ardından onlarcasını yakın… Mumlar değil, karanlık isteyenlerin nefesleri tükenecektir.’


Ne yazık ki; Uğur Mumcu’dan sonra, Ahmet Taner Kışlalı’yı da Necip Hablemitoğlu’nu da kaybettik.


Aslında gerçek hedef Onlar değildi; gerçek hedef Atatürkçülük’tü, gerçek hedef Türkiye Cumhuriyeti’ydi.


Bu yazıyı yazmak benim için o kadar zordu ki… En çok acı veren de; ‘huzur içinde uyu’ diyememekti.

Bilge US