29 Ocak 2011 Cumartesi

Senarist Amerikadan, Seyirci Amerika Ya !

Amerikanın büyük ortadoğu projesi çatır çatır çatırdıyor. Önce Tunus ardından Yemen şimdide Mısır.

İsraili koruma altına almayı amaçlayan ve ABD'nin bölge petrollerindeki hakimiyetini arttıracak büyük ortadoğu projesinin yerinde yeller estiriyor bu gün doğunun halkı. Afrikada başlayıp giderek ortadoğuya doğru sıçrayan halk ayaklanmaları Amerikan hükmünü yerlere vuruyor.

Kendi kaderini eline alan halklar Özgürlük ve demokratik haklar için mücadele ediyor.

Bu güne kadar kendini özgür dünyanın temsilcisi olarak gören ülkeler ise merak ve birazda korku içinde olanları sadece izleyebiliyor.

Tarihi günler yaşıyoruz, bu tarhin bir parçası olmak ve gelecekte oluşacak demografik yapılarda söz sahibi olabilmek için çok büyük bir fırsat bu. Ne yazık ki kendi ülkemizdede iç karışıklıklara gebe bir dönem var önümüzde. Seçimlerde cabası.

Ancak yeni hükümet haziran sonrasında ortadoğuda yeni kurulacak hükümetler ile temasa geçebilecek gibi görünüyor.

Meydana gelen halk devrimleri nelere gebedir bilinmez ama Türkiye'yi örnek aldığını zannettiğimiz bu ülkelerde, ekonomimizi güçlendirecek ikili ilişkiler kurmak her halükarda menfaatimize olacaktır.

Her ne kadar Amarikan develet başkanı Obama süreci yönetmeye yönelik grişimlerde bulunmaya çalışıyor olsada, özellikle Mısır da Hüsnü Mübareğin döneminin kapandığı açıkça görünebiliyor.

Yaklaşık 30 yıldır islam dünyasında büyük ağabey rolünü oynayan Mübareğin bu görevden çekilmesi ile doğacak boşluğu birilerinin doldurması gerekecek, umarım bu boşluk Türk hükümetleri tarafından doldurulur.

28 Ocak 2011 Cuma

Benim Öğrencim, Onun Öğrencisi! İleri Demokrasi Devriminin Örneği...

Bu konuyu azdaha es geçecektim. Oysa dün akşam haberi gördüğümde yazmaya karar vermiştim.

Dün Erzurumda Açılışı Yapılan Dünya Üniversiteler Kış Olimpiyatlarında Muhteşem bir gövde gösterisi yapan başbakanımız, ertesi gün davet edilen öğrenci temsilcileri ile yapacağı toplantıyı düşünüyormuydu bilemem ama bu toplantıya davet edilmeyen üniversiteleri temsil eden öğrenci temsilcileri otobüslerle Erzurum yolundaydı.

Ama ileri demokrasi timsali kurumlarımız bir yerlerden basılan bir düğme ile demokrasinin tüm gereklerini kullanarak Gerçek Öğrenci temsilcilerini kanunların her türlü imkanlarını kullanarak durdurmuştur.

Gazetelerde, “Erzurum'a provokasyon” başlığıyla haber olan öğrenciler, “Başbakan'ın yaptığı toplantıda biz temsil edilmiyoruz, temsilcilerimizi göndermek için gidiyoruz” diyordu oysa.

Demokratik bir hakkın gereğini yapıyorlardı yani.

Ankara'dan çıktıklarından itibaren yedi kez durdurularak kimlik kontrolüne tabi tutulan Geç Sen temsilcileri, ilk olarak Ankara çıkışında durdurulduklarını burada iki buçuk saat boyunca, Genel Bilgi Taraması (GBT) sisteminde sorun olduğu gerekçesiyle bekletildiklerini ifade ettiler

Dün akşam izlediğim haberde “Bizim toplantıya gecikmemizi sağlamak için böyle komik ve keyfi bir yöntem seçmişler” diyen Genç Sen Temsilcisi Doğukan Ünlü, keyfi olarak durdurulmalarına tepki gösterdikleri için, kısmi gerginlikler yaşandığını aktardı.

Daha sonra Kırırkkale girişinde birkere daha durdurlan gurup bu defa da polisin otobüs firmasıyla öğrenciler arasındaki sözleşmeyi istemesi üzerine uzun süre beklemek zorunda kalan öğrencilerimiz, belgenin faks yoluyla iletilmesinin ardından polis, bu kez de belgedeki yazıların silik çıktığını öne sürerek ipe un sermiş. Öğrencilerin verdiği bilgiye göre, tekrar kimlik kontrolüne girmeyi reddeden üniversitelilere polis “Burası Kırıkkale” diye cevap vermiş.

Kırıkaleden sonra Sivas çıkışında da , “yol kapalı” denilerek engellenen grup bunun üzerine yolu trafiğe kapatarak serbest kalabilmişler.

Erzuruma doğal olarak zamanında yetişemeyen Genç Sen üyeleri Erzuruma giremeyince bugün bir basın açıklaması yaptılar Link'e tıklayarak bu basın açıklamasına ulaşabilirsiniz.

Bu haberi ilk gördüğümde kulaklarıma inanamadım. Demokratik bir devlet demokrasinin ve devletin gücünü kullanarak vatandaşlarının seyahat özgürlüğünü kısıtlıyordu.

Nedesem bilmiyorum ama artık bu uygulamalar her nekadar beni şaşırtsada şaşırtan uygulamanın kendisi değil, taktire şayan cesaret örneği oluşlarıdır.

İleri Demokrasi dönemine geçtik diyeceksiniz, Özgürlükçü demokrasinin gereklerini yapıyoruz diyeceksiniz, hatta bu uğurda meclisi, danıştayı, HSYK'yı ele geçireceksiniz sonrada büyük bir cesaretle milletin gözünün önünde "aha işte benim ileri demokrasi anlayışım bu" diyerek insanlarınızın seyahat özgürlüğünü kısıtlamak için kanunların açıklarından yararlanacak, hatta bunu devletin polisine yaptıracaksınız.

Daha neler arkadaş daha neler ?

Siz akp yandaşları, hala herşeyin yolunda olduğunu idda edecekmisiniz ?

Hala ileri demokrasiyi getiriyoruz diyebilecekmisiniz ?

Diyecekseniz yuh sizede  !


Bu ülkede her şey yapıldı polisler sokaklarda tekmeyle, jopla hamile kadının karnındaki bebeğini bile öldürdü hemde ceza bile almadılar. Ama ben hiç kimsenin benim seyahat özgürlüğümü kısıtlyabildiğini görmemiştim.Sayenizde bunu da gördüm çok şükür.

Bu olayda açıkça gösteriyorki AKP öncelikle kendi fikrinde olmayanlara tahammülsüzlüğünü şiddetle korumakta "benim gibi düşünmeyen benden değil" mantığıyla kanunun gücünü gayrı yasal hareketlerde bulunmak için hiç çekinmeden milletin gözü önünde kullanabilmekte ve yasaları istediği gibi eğip bükmektedir.

Bune cesaret efendiler ! Neyinize güveniyorsunuz Ordunun suskunluğunamı ? HSYK yamı ? bağımlı yargının temsilcilerine mi ? Kendinize mi ? Yoksa kendi ordunuza mı ?

Size Zeynel Abidin Bin Ali ve Hüsnü Mübarek örneğine bakmanızı öneririm polis devletlerinin sonunu size hatırlatacak, bilmiyorsanız öğretecek örneklerdir bunlar.

Ama siz ne bu örneklere aldırırsınız nede size oy veren körler bunları görürler. Nasıl görsünler Televizyonlar ve gazeteleriniz elinizdeyken ? Buna güveniyorsunuz aslında.

Düşünün sabahtan beri bu haberi bulabildiğim tek medya internet gazeteleri ki hala henüz onlar ellerine geçemedi.

Uyanın yurtdaşlarım, lütfen bunun artık ciddi bir tuzak olduğunun farkına varın, bırakın o partiyi, bu partiyi içinde bulunduğumuz rezilliği gerçekleri görün lütfen.

Güçlenen AKP; biten Türkiye

12 Eylül referandum sonuçları meclisteki partiler için neyi ifade ediyor. Bundan sonra ne olacak? Halk ne bekliyor? Bazı partilerin alması gereken dersler var mı? Yoksa kazanmak için her şey yapıldı mı? Akp bu sonucu hak etti mi? Bu sorumların ve daha fazlasının cevabını bu yazımda sizler ile paylaşacağım.

Parti milleti Türkiye
Bir referandum muhabbeti Türkiye’nin 2010 yılının 2 ayını aldı. Peki, nasıl aldı. Genel seçimler öncesinde meclisteki partiler için miting alanlarında gövde gösterisine dönüşen bu referandum ortamında halkın %58 evet ile değiştirilen maddeleri oyladığına ben emin değilim. Neden? Günümüzde partizanlık öyle bir hal aldı ki takım tutar gibi her partinin sahip olduğu belli bir kitle oluştu. Partilerin kuruluş amaçlarını unutuyoruz zaman zaman, böyle olunca ortaya denetlenmeyen hizmet ve dolaylı olarak kalitesiz hizmet ortaya çıkıyor. Parti ve hizmet bilincine millet olarak ne zaman varacağız çok merak ediyorum.

*** *** ***

Sınıfı Akp geçti!
Referandum başladığından beri çalışmalarını sürdüren 3 büyükler (Akp-Chp-Mhp) ülkeye renk getirdi. Gittikleri yerlerde küçük bir ekonomi yarattılar vatandaşlar için yadsınamaz bir gerçek bu ama halka ne verdiler! Değişmesi için oylamaya giden bir anayasa paketi vardı ortada adam gibi halkı aydınlatan birileri yoktu miting alanlarında… İktidar kendi yaptıklarının övdü. Ana muhalefet yine olmadık yerlerden tuhaf konulara girdi kendisine verilen bu fırsatı değerlendiremedi. İkinci ana muhalefet Mhp bir vardı bir yoktu. Sonuç olarak baktığımızda iyi not alan değil geçer not alan sadece iktidar partisi oldu.


*** *** ***

2. Dünya ülkelerinde sol yoktur
Bizim gibi hangi hep gelişmekte olan ülkeler statüsünde olanlar için yeni diğer bir deyişle kalkınmakta olan (2.dünya) ülkelerde büyük devletlerin ve özellikle Amerika ve taraftarı olan ülkelerde sol eğilimler hiçbir zaman iktidar olamaz. 20.yy’dan günümüze kadar 5 kıtadaki Amerikan politikalarına bakarsak hiçbir zaman sol güdümlü halkçı, sosyalist bir parti ülke yönetimine gelmemiştir. Bunun nedeni ise sağ eğilimi olan muhafazakâr kesimin milliyetçilik, muhafazakârlık ve din üzerinden her zaman daha iyi siyaset yapmalarıdır. Bir ülkeyi kontrol etmek istiyorsan o ülkenin halkına söz geçirecek ve inanacağı birilerini yönetime getirmelisin ki senin ülkenin çıkarlarını korusun! Amerika’nın uluslar arası alanda politikasını incelediğimizde hep bu tablo karşımıza çıkmaktadır. Her zaman özgürlük ve çağdaşlaşma bahanesi adı altında yapılan askeri ve ekonomik harekâtlar ardında Amerikan yanlısı bir yönetim ve sonuç yenidünya düzeninde gizli bir sömürge…

*****

Son söz; Halkın yarısından fazlasının evet dediği ve içeriğini oylayanların büyük bir kısmının bilmediği bir anayasa, kazananların neyi kazandıklarını bilmediği, kaybedenlerin ne kaybettiğini bilmediği bir ortam. Ülkenin güçlenmesi istemeyenlerin tamda istediği bir tablo, peki bunun farkında olan kim?

SAMET SERBEST

Sehven Yaşıyoruz, Sehven !

Son iki günün akılalmaz bombası "Sehven" tartışmaları gündeme damgasını vurdu !

Öncelikle bilmeyenler için ne anlama geldiğine bir bakalım şu "Sehven" kelimesinin. Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde şöyle açıklanmış.

sehven    Ar. sehven 
zf. (se'hven) esk. Yanlışlıkla.
 Güncel Türkçe Sözlük 

Evet yanlışlıkla !

2008 yılında gözaltına alınan Teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin, polislere teslim edilen cep telefonuna, ''delil yükleme ve suç yaratma'' eylemi gerçekleştirilerek Emniyet Genel Müdürlüğü Tarafından Sehven bir işlem yapıldığı itiraf edildi.

Siz bir insanı bir suçla isnadedip, suçu karara bağlanmadığı halde kaçabilir şüphesi ile demir parmaklıkların ardına atacaksınız, orada 2,5 yıldır tutacaksınız, sonra bu insanı suçlamak için kullandığınız delilin sehven ortaya atıldığını söyleyeceksiniz. Üstelik bu sehven değişikliğide Emniyet Genel Müdürlüğü açıklayacak !
Ne güzel değilmi ? İşte Günümüz Türkiyesinin İleri Adalet Dönemi arkadaşlar.

Şimdi birileri çıkıp canım bu bir şeyi değiştirmez, Altı üstü hizbu tahrir örgütünün telefonları, bu şahıslarla gerçekleştirilen 139 görüşme yanlışlıkla telefona atılmış diyecektir.
Yahu bir adli delil, el konulduktan sonra bu adli delile sehven bir bilginin yüklenmesinin vahametinden bi habermisiniz siz ? 

Ne demek bu ! 

Birileri çıkacak sizi suçlayan bir delili alacak, sizin ve avukatlarınızın bilgisi dışında, sizin hayatınızı mahvedecek varolmayan, delil özelliği taşıyan bir takım bilgiyi sizin telefonunuza yükleyecek. Bu Suçtur arkadaşlar üstelik Maddi İftira Suçudur ve 5 yıldan 12 yıla kadar cezası olan bir suçtur !

Peki kim işlemiştir bu suçu, delili muhafaza etmekle yükümlü emniyet güçlerimiz. Doğal olarak mecburen "sanık" olan teğmenimizin avukatı 3 emniyet mensubu hakkında suç duyurusunda bulunmuştur.

Vahameti bir yana, bu olay hepimize şunu göstermiştirki, çeşitli vesilerle suçlanan ve silivride tutulan yada hakkında vergi kaçırdığı idda edilip mallarına el konulan iş adamlarımızın, aydınlarımızın  ve askerlerimizin de haklarında benzeri işlemlerin yapılmış olabileceği gerçeği ile karşı karşıyayız.

Çünkü bu suçlamaların hepsinin bir ortak yönü vardırki, oda suç isnadı sonrası delillerin bir araya getirilerek iddanamelerin oluşturulmasıdır.

Bu dikta rejimlerinin tasfiye sürecini hatırlatmıyormu sizlerede !

Ve bu bir ilk de değildir bugün manşetlere düşen bir başka sehven olayı daha ortaya çıkmış, Şantaj ve askeri casusuluk soruşturmasının bir numaralı şüphelisi Emekli Albay İbrahim Sezer'in telefon görüşmelerinin dökümünde, rus ajanı ve kadın satıcısı olduğu öne sürülen Vika isimli bir bayanın adının eklendiği ortaya çıkmıştır.

Habertürk'ün haberine göre, teknik takibi  yapan polis tarafından soruşturmayı yürüten savcı Fikret Seçen’e gönderilen, görüşme dökümlerinin yer aldığı iletişim tespit tutanağında tutuklu sanık Albay Sezer’in 14 Temmuz 2010’da Saffet Kaplan ile yaptığı telefon görüşmesinde Rus ajanı ve kadın satıcısı olduğu iddia edilen gözaltına alındıktan sonra sınır dışı edilen Vika isimli kadının adının geçtiği ve Sezer'in "Vika’ya uğrayacağım" dediği bilgisine yer verildi. Ancak Sezer itirazda bulunarak kadını tanımadığını  ve görüşmenin tekrar dinlenmesiniistemesi üzerine. Telefon kaydının tekrar savcı Seçen huzurunda dinlenmesiyle Sezer’in Vika adıyla söz konusu cümleyi söylemediğini ortaya çıkaran bu durum ikinci sehven vakasınında ortaya çıkmasına sebep oldu.

Arkadaşlar; Ordumuzun değerli mensupları, AKP muhalifi olduğu hepimizce bilinen bir çok aydınımız, ve kimbilir daha hangi masumlar bu ve benzeri ithamlar ve yaratılan deliller ile 2005 yılından beri özgürlükleri ellerinden alınmış bir şekilde demir parmaklıklar arkasında tutulmaktadır. Bu iki olay göstermektedir ki gerek ordu mensupları nezdinde Türk Silahlı Kuvvetlerine, ve aydınlarımız nezdinde Türk Siyasi Hayatına açıkça müdahale edilmekte ve bir takım toplumca yüz kızartıcı tabir edilen ağır suçlamalarda bulunarak Türk İnsanının bu kurumlara olan güveni sarsılmaya çalışılmaktadır.
Bugün Ordu ve basın susuturulmuş, Devlet Güvenlik Mahkemeleri Dağıtılmış, HSYK ele geçirilmiş. Yargının pek çok kademesinde hem personel hem yasal anlamda değişikliklere gidilmiş ve bugün geriye kalan son direnek noktası olan ANAYASA MAHKEMELERİ de torba yasa kapsamında kadrolaştırılarak aradan çıkartılmak üzeredir.

Bu durum Laik, Demokratik, Türkiye Cumhuriyeti'nin yargısının ve siyasal hayatının önümüzdeki Ana Yasa değişikliğinin gerçekleşmesine engel olamaması amaçlanarak yapılmaktadır. 
Seçimlerden sonra AKP kadrolarının, yine çoğunlukla iktidar haline gelmesi durumunda, artık aleni bir biçimde Tayyip Erdoğan diktatöryasının, bir daha yasal yada siyasal girişimlerle engellenemeyeceği gerçeği kabak gibi ortaya çıkmıştır.

Buna rağmen, halen Türk Vatandaşları derin bir gaflet uykusunda uyumaya devam etmektedir.

Lütfen silkinin ve uyanın ey milletim. Artık bu siyasi bir seçim sorunu olmaktan çıkmış Milli bir davadır.

27 Ocak 2011 Perşembe

İnanan, Savunan, Mücadele Eden 68'liler, Militarist 70'liler

Bu gün, 68 kuşağından ağabeylerimin bulunduğu bir ortamda 72'li biri olarak, 68 - 70 kuşağının darbelere bakış açısının farklığı hakkında derin bir sohbet ortamının tartışmacısı olma fırsatı yakaladım. Çok keyifli ve bir o kadar eğitici bir sohbetti doğrusu. Kah sinirlendik,  kah üzüldük, ama ilginç bir sonuca ulaşan tartışmamız, 68 kuşağından arkadaşların belkide beni ilk defa anlayarak hak verdiği bir empati ortamıyla son buldu.

Tartışma darbe ve darbe yanlısı suçlamalarıyla başladı ve nedendir bilmiyorum bir anda tartışmanın etrafımda döndüğünü farkettim.

68 kuşağını temsil eden ağabeylerim, darbeyi ve askeri yönetimi yerden yere vururken bunu savunan tek kişi olmam nedeniyle bütün gözler bana döndü, bende bana konuşma fırsatı verirlerse neden böyle düşündüğümü onlara aktarabileceğimi, ve bana hak vereceklerini söyleyerek söze başladım;

Sizler, 68 kuşağı olarak, 12 Eylül 1980 öncesinde olanların canlı tanıkları, belkide mağdurlarısınız.

O yıllarda sağcısı, solcusu inandığınız fikirler uğruna mücadele verdiniz ve eminimki samimiydiniz, bu benim kuşağım tarafından gerçektende taktir gören bir özelliktir o dönemin insanlarına atfedilen.

Ama bizim gerçeğimiz sizlerden çok farklı arkadaşlar. Bakın bir de bizim gözümüzden görünen o yıllara...

Sizler sendikal haklar, sosyal demokrasi, vatan, milletin bekası ve korunması adına mücadeleye öylesine kaptırmış ve bu mücadelede öylesine yoldan çıkmıştınız ki, o yıllarda çocuk olan bizlerin ne yaşadığının ne farkındaydınız nede bunu düşünecek durumdaydınız.

Oysa bizlerin hatırladığı 12 Eylül öncesi dönem : Evimizin karşısındaki okulumuza gidemediğimiz, sokağımızda bir gün sağcı - polis, bir gün solcu - polis, öbür gün sağcı - solcu çatışmalarının olduğu ve daha o yıllarda 6 - 7 yaşlarında olan benim gibi insanların silahseslerinden ürküp günün yarısını evimizdeki yemek masalarının altında oyuncaklarımızla oynamaya çalışıp, annelerimizin bir "şey yok oğlum - kızım, amcalar tartışıyor geçecek" telkinleriyle yaşamaya çalıştığımızı hatırladığımız yıllardı.

Daha çocuktuk ve her akşam TRT televizyonunun akşam haberlerinde 49, 50 kişilik ölmüş insanların isimlerinin okunması kaldı akıllarımızda. Sonra Abdi İpekçi; hala unutmam o gün babamın nasıl üzüldüğünü, televizyonda gördüğüm sonradan Abdi bey'in arabası olduğunu öğrendiğim bir 131'in sokağın ortasında durur halini. Sonra bir iplik fabrikası hatırlıyorum iğlerin sökülüp gerçek bir savaş havasında insanların birbirine salladığı.

Körpecik beyinlerimizi meşgul eden şeyler yağ kuyruklarından bir an evvel oyuna koşturmak, okulda kullanacağımız dosya kağıdının gelip gelmeyeceğini merak etmek, annemizin bizi bakkala birşeyler almaya göndermeyeceğini ummaktan ibaretti. Umardık çünkü o kuyruklar ve beklemek bitmez gibiydi.

Dünya umurumuzda değildi belki, ama ne zaman ortalıkta topluca gezinen birilerini görsek yada patırtı kütürtü duysak irkildiğimiz, saklanmak için eve koşuşumuz gelir gözümün önüne hep.

Çocuktuk ve hayatımız, o çocukluğumuzu kabus haline getiren korkularımızla doluydu, üstelik bizim korkularımız öcü möcüde değildi hani, kanlı canlı eli silahlı insanlardan korkuyorduk. Sonra sokağı boydan boya geçen bez parçalarından, çünkü annemiz sıkı sıkı tembihlerdi "aman oğlum onlar pankart, onu görürüsen sakın yaklaşma" çünkü bombalı olabilirdi o bez parçaları.

Korkardık çünkü okulda bahçede oynamak bile tehlikeliydi, arkadaşlarımız ölmüştü. İlk okul bebesine bile merhamet göstermekten aciz canavarların silahlarından çıkan kurşunlardan.

Biz böyle korkularla dolu günlerde yaşadık çocukluğumuzu ve bir gün Ankara, Anıttepedeki evimizin önünden geçen tankların paletlerinin sesiyle uyandık. Yine korkmuştuk ama babam sevinçliydi asker amcalar yönetime elkoymuş ve artık akan kan duracaktı.Korkmamıza gerek kalmayacaktı.


İşte siz 68 kuşağının işkencelerle, tutuklamalarla, açıyla andığınız 12 Eylül 1980 sabahı benim neslim için bu demekti "Özgürlük".

Sıkı yönetim vardı, ama kimse bizim sokakta oynamamıza karışmazdı, asker amcalara selam verirdik sık sık.Onlarda haydi bakalım küçükler doğru eve der bizi tatlıca kovalarlardı. Askerde bu demekti bizim için.

Yağ kuyrukları bitmiş, bakkal evrende ne ararsak bulur olmuştuk. Kasabımız kaya amca tezgahını malla doldurmuştu, en güzeli de çizgili kağıt rahatça bulunabiliyordu artık.

Bakkala gitmek işkence değil keyif halini almış, şeker derdine 50 kuruşluk harçlıklarla bayram eder olmuştuk.

Ne işkencelerden haberimiz vardı, nede tutuklamalardan... Mutluyduk artık, asker amcalar korkularımıza son vermişti nasılsa !

Huzur içinde okulumuza gidebiliyor, egzoz patladığında sağa sola kaçışmıyorduk.Yeniden çocukluğumuzun hülyalarına dalmış büyüyüp gidiyorduk.

İşte 12 Eylül 1980 darbesinin  benim neslimin gözüyle görünümü.

Biz askeri ve orduyu sevdik, iyi ve sıcak olduklarını, bizi korumak için, devleti kuranların bizler için varolduğunu öğrendik. Sevdik, bağlandık ve bir parçası olduk ordunun.

Sonra 1989'da şemdinlide terörü tanıdık, kahpe ve kalleş yüzünü gördük gençliğimizin daha başlarında. Küçücük bebeklerin, annelerinin yanı başında kanlar içinde cansız bedenlerini gördük televizyon kanallarında, hırslandık lanetler okuduk.

Güney doğu bizler için bir vakaydı artık, askerlik çağına gelmiş 1990 lı yıllara adım atmıştık her gün gelen şehit haberleri, bitmek bilmeyen baskınlar bizim için vatan demekti, bayrak demekti, ordu demekti.

Milletimize sahip çıkmanın zamanı gelmişti işte; kuşandık silahımızı, giydik şerefli Türk askerinin üniformasını.

Vatanımız sağolsun, allah utandırmasın diyerek adım attık kışlalarımıza, savaşa hazırlandık eğitimlerimizle ve o gün geldiğinde bizde gittik gerçeğimiz olan güney doğuya, vatanın toprağını savunmaya.

Artık ordu bizdik!

Kimimiz kaldı vatan toprağında, kimimiz bir parçasını gömüp geldi anasının kucağına, kimimiz ise tek parça ama bir hayli eksik geldik sıcacık yuvamıza. Ama o orduyu içimizde kalbimizde taşıdık, ordu millettik biz. Buna inandık bu inançla yaşadık.

Sonra birileri çıkıp ordu bu milletin ilerlemesini, gelişmesini istemiyor demeye başladı. Zamanla darbeci olduk.

TSK; inandığımız ve vatanı koruduğunu düşündüğümüz tek kurum, sindirildi sessizleştirildi. Sonra 12 Eylül 1980 dendi, kara bir gün dendi, lanetlendi. Oysa bizim için "özgürlük" demekti, "kurtuluş korkulardan, huzur" demekti...

Bugün neye inanacağımızı şaşırdık artık. Bizim neslimiz 70 kuşağı kayıp bir nesil haline geldi. Siz 68 kuşağı kusuruma bakmayın, belki çok temiz ve iyi niyetlerle başlamıştınız mücadelenize ama yitip giden biz olduk.

İşte bu nedenle yadırgamayın benim ordumu sevmemi, saygı duymamı. Ben o ordunun sevgisiyle büyüdüm çünki...

25 Ocak 2011 Salı

Bu başörtüsü ile ne yapacağız ?

Baş örtüsü sorunu, siyasi partilerin milyonları peşine takmasına neden olan sorun ! Kimsenin çözmek istemediği ve kimsenin çözülmesini istemediği kanayan bir yara !

Muhtemelen islamcı cevrelerin küplere binmelerini, hatta yuhalamalarını sebep olacak ama ılımlı bir geçiş olabilecek bir önerim var bu konuda.

Öncelikle başörtüsüne laik kesimin allerjisinin nereden kaynaklandığına bir bakalım.

Ben Laik ama kısmi muhafazakar olarak nitelendirilebilecek bir kişiyim. Ama benimde rahmetli babannem, anne annem ve diğer büyüklerim akdeniz tarzı başörtüsünü hayatları boyunca kullanmışlardır. Annemin başı açık olmasına rağmen müslümandır ve dini vecibelerini yerine getirir. Kısaca müslüman bir ailenin şükürki müslüman bir evladıyım.

Ama laik ve İlke ve inkılaplara sıkı sıkıya bağlı biri olarak, ben de bir yandan Türban kavramına siyasal simge olması nedeniyle karşı çıkmaktayım.

Evet uzun zamandır başörtüsü meselesi laik kesimin casusbelli'si olmuş bu konuda değil bir açılım yapmak, inanılmaz bir kapanış yapmanın derdinde olmuştur bu kesim. Bende o fikirde olanlardan biriyim.

Ama bir de realite vardır ki bu realite hepimizin hayatları ile iç içe yaşamaktadır.

Sanırım gerek Türk siyasetinin yeni geldiği noktadan yada yaşım gereği bu konuda artık eskisi kadar fanatik hissetmemekle birlikte, her tarikatın kendisini tanıtmak için kullandığı Türban mantığına, islamcı siyaset erklerinin siyasal bayrak anlayışı ile bakması nedeniyle hala şiddetle karşıyım.

İçinizden yok daha neler dediğinizi duyar gibiyim, insanların inançlarını yaşamasına engel olunmamalı diyenleride duyar gibiyim.

Elbette bir yere kadar haklıdır bu düşüncede olan insanlar.

Ama modern demokrasinin babası, ünlü filozof Jean Jacques Rousseau "Bir kişinin özgürlüğünün başladığı yerde bir diğerininki sona erer" der. Ki doğrudur ! Demokrasi anlayışı bu fikir üzerine inşa edilmiş yasalar ve adalet bu fikir temel alınarak ortaya konmuştur.

Yani özgürlüklerimiz toplumun tüm kesimleriyle ortak anlayışlar kapsamında olmak zorundadır. Bu gün "TOPLUMSAL BARIŞ" diye yırtınılan şeyde işte budur.

İşte tam da bu nedenle her ne kadar Türbana karşı olsada, baş örtüsüne karşı değildir laik kesim ! Bakın üstüne basa basa tekrar söylüyorum "Türbana Karşı Olmakla Birlikte Baş Örtüsüne Karşı Değildir !!! ".

Laik kesimin korkusu cumhuriyet kurulduğu günden bu yana Türk toplumunun bir gerçeği olan karşı devrimin gerçekleşmesine engel olmaktan öte bir refleks değildir aslında. Oysa hepimizin ailelerinin yaşlı bayanları örtülüdür - örtünür !

Peki nedir çözüm önerim ?

Aslını isterseniz bu konu, her iki tarafın da samimiyetini ortaya koyması ile çözülebilir.

Türban siyasal bir simgedir ve sanırım bu her iki kesimce de sabittir.

O halde islamcı kesim, Türbanı kamusal alanlarda kullanma ısrarından vaz geçerek, akdeniz usulü olarak tanımlanan örtünme biçiminin benimseyecek, bunun karşılığında laik kesimde bu uygulamayla hem kamusal alanlarda hemde üniversitelerde yasakların kaldırılması yönünde oy verek destek olacak.

Bu tarz bir uygulama öetünme felsefesine gerçekten inançları nedeniyle isteyen toplumun samimiyetini ortaya koyacak ve bu sayede laik kesimin itirazları çok büyük ölçüde son bulacaktır. Bunu biliyorum çünkü bende Türbana şiddetle karşı çıkan laik kesime üye bir insanım

Ama hepimiz biliyoruz ki bunun gerçekleşmesi, İslamcı Siyasetçilerin ellerindeki en büyük ve güçlü kozu çekip alacağından, bu girişimde malesef asla başarılı olmayacak hatta ayrımların daha da netleşeceği sonuçlar doğuracaktır.

Kısaca, malesef islamcı kesimin büyük bir bölümü Türban sorununda samimi değildir amaçları Türbanın bir bayrak olarak sembol vasfını korumasıdır ! Çünkü bunda çıkarları vardır !

Bırak Allah Aşkına Altaylı Ne Liberalliği...

Fatih Altaylı bu gün ki yazısında "Bırak Allah aşkına ne muhafazakarlığı ?" başlıklı köşe yazısında "Dün siyaseti yakından izleyen bir yakınıma uğradım" cümlesiyle başlayıp bu arkadaşının kaygısını dile getirerek yazısına başlamış.

Bu günün yaygın sorunu, mağdur edebiyatı ile yükselişe geçen islami siyasetin, liberallerinde kayıtsız şartsız desteği ile geniş kitlelerin desteğini almasıdır.

Türkiye bir dönem %50 nin üzerindeki Evet oyu çıkan referandumu tartıştı, referandumun başarısının altındaki nedenin liberallerin AKP'ye vermiş olduğu desteğin bir tezahürü olduğu hep gözden kaçtı. Hatta bu öylesine raydan çıktı ki AKP yönetimi seçimde de bu oyu alacaklarına kesin gözüyle bakmaya başladı

Bağzı liberal kesimden  gelen  yazarımız da hükümetin bu saplantısına aynı boş gözlerle bakarak doğrulayıcı bir rehavet içerisindeler.

Ama Sayın Altaylının bu gün ki köşe yazısı bence ciddi bir tehlikenin, ben burdayım diye bağırdığı günlerde, "aman canım abartmayın ne tehlikesi bırakın oynuyor çocuklar" yaklaşımınının nedenli yayğın olduğununun net bir göstergesidir. 

Bir tehlike vardır çünkü, liberal kesim aydınları, laik kesimden çıkarları için AKP saflarında yeralan bir takım eski cumhuriyetçiler ve kürtçüler giderek kendi önüne çıkabilecek unsurları birer birer temizleyen ve bunu yine bu kesimin desteğiyle gerçekleştiren AKP kadrolarının ana hedefinin "Tek Ülke Tek Parti" noktası olduğunun nedense bir türlü görememekte, inanılmaz bir iyimserlikle "yok canım daha neler komplo teorisi bunlar" diyerek gözlerini kapatarak desteklerine devam etmektedirler. (Dikkatinizi çekmek isterim Tek Bayrak Tek Millet demedim. Ümmetçiliğin bayrağı ve milliyeti olmaz çünki)

Altaylının yazısındada bu gayet net bir biçimde görülmektedir : 

Dün siyaseti yakından takip eden bir dostuma uğradım.
 
“AKP yüzde 50 oy alacak gibime geliyor. Bambaşka bir Türkiye’ye doğru
gideceğiz. Herkes ona göre düşünmeli” dedi. 
 
“Eeee” dedim. 
 
“Türkiye dönüşecek. Herkes hesabını ona göre yapmalı” diye devam etti.

“Senden bunları 2007’nin Ağustos’unda da duymuştum. Türkiye bir yere 
dönüşmez. Türkiye Türkiye’dir. Bazıları dönüştürdüğünü zanneder ama
döner döner başladığı yere gelir. Bak 4 sene geçti. Ne oldu?” diye sordum. 
 
“Az şey mi oldu! TSK’nın haline bak. Şimdilik Danıştay ve Yargıtay
dışında yargının durumu belli. Eğer yüzde 50 alırlarsa bak daha neler
değişir” dedi. 
 
Bense hiç o kanaatte değilim. 
Türkiye’de hiçbir şey kolay kolay değişmez. 
Yapımız bu. Bu yapıyı 8 senelik, 10 senelik iktidarlar, yönetimler
değiştiremiyor. 
Bırakın onu, 80 senelik rejimler değiştiremiyor. 
Toplum yönetim anlayışına biraz uyum sağlamış görünüyor ama kalıcı olmuyor. 
Gelen ağam oluyor, giden paşam. 
Bunları söyledim.
 
Diyor.
 
Bu savının doğruluğunu; bence tam bir saçlamalık olduğuna inandığım ve AKP nin yalnızca 
bu tür sesleri bastırmak için kullandığı ayrıca tabanına ve yapısına tamamen ters, aşağıdaki 
örneği vererek savunuyor.
 
“Sen Cemil İpekçi haberini okudun mu?” 
 
Okumamıştı. 
 
“Cemil İpekçi’nin 3 yıllık hayat arkadaşı varmış. Adı Bekir mi ne. Yani
bir nevi eşi. Cemil İpekçi’nin hayat arkadaşının eşinden bebeği olmuş.
Yeni.” 
 
Bu sefer “Eee” deme sırası ondaydı. “Eeee” dedi, “Ne alakası var?” 
 
“Çok alakası var” dedim. 
 
“Cemil İpekçi kendini muhafazakâr ilan etti. Senin o yüzde 50’nin içinde
Cemil İpekçi de var. Ve geri kalan yüzde 50 eksi 1 kişi de Cemil
İpekçi’yi bu haliyle çok seviyor, bağrına basıyor, hatta ihale veriyor,
modacısı yapıyor. Türkiye’nin muhafazakârlığı bu işte.”
 
İşte zihniyet sayın okuyucularım. AKP nin afyonu bu ! Liberallerimizin hala inandığı ve inanmalarını sağlayan küçük ama göz boyamaya yeten, gerçek niyetleri örtmek için kullanılan afyonu !
Oysa;
  • Önce zam üstüne zamlarla, sonrasında küçük bir yasal düzenlemeyle içki hakındaki görüşünü gözlerimizin önüne seren AKP içtihatı ortadayken hem de.
  • Önce DGM yi kaldırıp, sonrasında Ana Yasa Mahkemesini, bu gün de yargının genelini kadrolaştırma çabalarıyla hem de.
  • Üstüne bence bal gibi farkında olduğu 5 yıl 10 yıl tutukluluk tartışmalarının getirdiği PKK, Hizbullah sanıklarının salıverilmesine sessiz kalan uygulamalarıyla,
  • Her hareketinde vatandaşın parasıyla gerçekleştirmekle yükümlü olduğu her hizmetini, bir parti propagandası haline getiren ama vatandaş bunu yemediğinde organizedir bunlar çıkışlarıyla, 
  •  İktidara geldiği ilk günden beri muhaliflerinin önde gelenlerini, her bedene uyan "ERGENEKON" elbisesiyle silivriye mahkum eden anlayışıyla
Hala amaçlarının ne olduğunu ortaya koyamıyorlarsa ve liberal kesimde hala bunu görmekten uzak ve kendisini  "yok canım daha neler komplo teorisi bunlar" diyerek avuturken, bunun farkında olan kitleyide aynı uyuşukluğa gömmek uğraşısına kaptırmışsa, ben ne zaman ve ne olduğunda buna inancaklarını ciddi anlamda merak etmekten başka birşey yapamıyorum.

Ben Sayın Altaylının da sözlerinde inancını yansıttığına inanmak istemiyorum. III. Reich (Rayh) propagandalarını andırır uygulamalar ülkenin her yanında bangır bangır ortadayken Sayın Altaylının da bu denli kör olabildiğine inanmak istemiyorum.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Bir Baş Yazara Veda Etmek. (Uğur Mumcuyu Anarken)

Bir baş yazara veda etmek.

18 yıl önce 25 Ocak sabahı henüz daha taze bir delikanlı olduğum yıllarda yine bu günki gibi bir havada Atatürk Bulvarının kuğulu parkın çaprazındaki işyerimden saat 10:00 sularında çıkmış ve çankayadaki bir müşterime görüşme için gitmekteydim.

Randevum köroğlunda daha bir gün önce olağan üstü bir kargaşanın hüküm sürdüğü daha sonradan uğurmumcunun sokağı adını alacak olan Karlı sokakta idi.

Bir gün önce, pazar günü o elim haberi aldığım anı hatırlıyorum. Televizyonda spiker "Uğur Mumcu evinin önündeki aracına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu suikaste kurban giymiştir." metnini okuduğunda tüm ev ahalisi adeta donup kalmıştı.

Ama uğur mumcu ölmüştü işte !   Uğur mumcuyu babamın kitap merakı saysinde tanımıştım. Güçlü bir kalem, güçlü bir hatip ve araştırmacı olan Mumcu susturulmuştu.

O gün randevuma giderken bombanın patladığı yerdeki çukurun yanından geçmiş bir yandan dualar okurken bir yandanda ailesi için sabır dilemiştim içimden.Bugün bu dileklerimde ne denli haklı olduğumu anlıyorum.

O dönemler bu ve benzeri olaylar sıkça yaşanır olmuştu. Bir yandan aydınlarımız Mossad - ABD - İslamcı üçlemelerini açığa çıkartıp servis yapmaya çalışıyor ülke üzerinde oyunlar oynandığını dile getirmeye çalışıyor bir yandan da gerek aydın kesimin, gerekse askerin bu ve benzeri konuları dile getirebilecek sembolleri ortadan kaldırılıyordu.

Mumcu işte böyle bir dönemde Mossad - Kürt bağlantısı üzerine belgeler ortaya koyabilecek bir çalışması ile ön plana çıkmış ve tam anlamıyla susuturulmuştu işte.

18 yıl sonra bugün o insanın aslında bugün dönen dolapları açığa çıkartıp engelleyecek bir çalışma içinde olduğunu görebiliyoruz.

Ama öldüğü gün sanki bomba düşmüş gibiydi Ankaraya insanlar şaşkın, ürkmüş üzgün ve yaslıydı. Sanırım aynıgün büyük bir yürüyüş düzenlenmiş ve iş arkadaşlarımla beraber o yürüyüşte yeralmıştık.

Hüzün vardı, acı ve kaybolmuşluk vardı, hepimizin yüreğini aydınlatan bir ışık sönmüş yerini tarif edilmez bir karanlık almıştı.

Aradan 18 koca yıl geçti... İslami hareket örgütünün, ibda-c nin ve islami cihadın üstlendikleri eylem sonrası, çok şey söylenmiş ama Rahmetli Uğur Mumcunun cinayetini çözmek adına bir arpa boyu yol alınmamıştır, alınmak istenmemiştir.

Söylenecek o kadar çok şey var ki ama söylemek söyle dursun artık düşünmek bile züldür  bizlere. O büyük yazar, büyük araştırmacı ve büyük hatibimizin cinayeti çözülmedikçe bir saniye bile durmamalı toplumca bu ve diğer faili mechullerin çözülmesi için gerekli makmalara baskı yapmalı , yılmamalı, susmamalı sonuna kadar mücadele etmeliyiz.

Huzur içinde yatamadığın için özür dileriz Uğur Mumcu biz senin emanetini taşımayı bilemedik.

Tunus Devriminin Ülkemizdeki Yankıları

Geçtiğimiz hafta tarihsel bağlarımız olan Tunus Halkı, binlerce işsiz üniversiteli gençten biri olan Muhammed Bouazizi'nin, intaharı ile ayaklandı.

Bu vahim olay; tek geçim kaynağı olan, kendisini bile zar zor doyuran meyve sandığına Zabıtaların zorla elkoymaları Muhammed Bouazizi'nin son umuduna yitirmesine sebep olmuş olacak ki aklı başında kimsenin yapamayacağı bir şeyi yaparak başından aşağıya boca ettiği benzini yine kendi elleri ile tutuşturarak önce kendisini sonrada bütün Tunusu ateşe vermesi ile sonuçlandı.

Muhammet Bouazizi bir kurbandı belki, ama o kıvılcım bir anda bütün ülkeyi sardı.

İşsizlik,eğitimli gençlerin umutsuzluğu, medya ve internete sansür, hükümetin eş-dost ve yakın çevre ile kurulmuş, her yerinden rüşvet akan bir yönetim biçimini uyguluyor olması, adaletsizlik ve fakirlik her neden kaynaklanırsa kaynaklansın Tunus halkı Muhammed Bouazizi nin ölümüyle üzerindeki ölü toprağını silkti ve kolluk kuvvetlerinin baskısına rağmen ayaklanarak hükümeti düşürdü.

Kimileri bunun twitter,facebook, youtube gibi teknolojilerin devrimi olduğunu söylüyorlar. Oysa devrimin altındaki yegane gerçek, açlığa ve adeletsizliğe mahkum edilen kitlelerin, tüm umutlarını yitirdiklerinde bunun mutlaka sonuçlar doğuracağı gerçeğidir.

Romanyada da benzeri bir olay tetiklemişti halk ayaklanmasını.21 Aralık 1989 günü, Çavşesku kalabalığın önüne çıkmış, kendinden emin bir şekilde artık toplumun duymaktan bıktığı klişeleşmiş ve kendini ve icraatlarını öven konuşmalarından birini yaparken, kendinden emin ve kokuşmuş düzeninin yürümeye devam edeceğine kesin gözüyle bakmakytaydı. 

Konuşması sırasında kalabalığın içinden yükselen yaşlı bir kadından geldiği belli olan, titrek ama bir o kadar güçlü bir ses  "Yalan söylüyorsun!.."diye haykıracak ve tarih ayaklanmanın  o sesten kaç saniye sonra başladığını tartışıyor hale gelecektir.

İşte diktatörce yönetilen rejimlerde halkın tepkileri böylesine ani ve çok küçük kıvılcımlarla parlamaya müsait hale gelmektedir.

Tunus diğer Arap ülkelerinde bir domino etkisi yaratır mı ? Açıkçası bunu bizlere zaman gösterecek.
Ama şurası kesin ki siyasal yönetimler Tunus vakasından sonra ellerini başlarına koyup, insanları açlığa,sefalete ve adaletsizliğe sürüklerken iki kere düşünmekzorunda kalacaklardır çünkü Tunus modern dünyanın, günümüzün bir olayıdır. 

Günümüz İktidarları attıkları her adımda; Mikhail Çavuşesku ile Zeynel Abidin Bin Ali ve ailelerinin sonunu akıllarından çıkartmamalılar.

Bugün aydınlarımızdan bağzıları Zeynel Abidin bin Ali'nin Kemalist akımlardan etiklenerek devlet başkanı olduğunu, yönetiminin çökmesinin ise Atatürk ilke ve inkılaplarını uygulamasının nedeni olduğunu açıktan açığa dile getiriyorlar.

Zeynel Abidin Bin Ali'nin Atatürk devrimlerinin etkisiyle iktidar olduğu bir gerçektir. Ancak yolsuzlukları, yönetim anlayışındaki çarpıklık, 23 yılda ülkesine getirdiği fakirlik benzerliğin yalnızca bu ilhamdan ibaret olduğunu net bir biçimde orataya koyuyor.

Günümze  Kemalizmi, Atatürkçülüğü Atatürk İlke ve İnkılaplarını suçlamak, toplumun içerisine düştüğü fakirliği, işsizliği buna bağlamak bir liberallik göstergesi haline gelmiştir malesef.

Oysa bunu idda edenlerin oturup Büyük Nutuk'u okuduklarını hiç sanmıyorum. Genç Türkiye Cumhuriyetinin 1919 - 1938 yılları arasındaki değişim ve gelişimini ise çekemedikleri de gün gibi ortadadır.

Atatürk'ü onun devrimini suçlamak, onun anılarını yavaş yavaş toplumun hafızasından silmek uğraşlarının yegane sebebi, bu günün Türkiye'sinde bir kesimin Atanın devrimlerini varlığını tehdit eden yegane unsur olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.

Oysa Tunus devrimi ile Kemalistlere yada Atatürkçü laik kesime atıfta bulunmaya kalkanlar, tam tersine son sekiz yıldır halkı fakirleştirip, bir gecede birilerine kia sorento jiplere binme imkanı tanırken diğer kesimi açlığa mahkum eden, işsizlik artıyor denildikçe yalan yanlış Tüik verileriyle bunun doğru olmadığını kanıtlamaya çalışan, eline geçen her fırsatta adaleti, yargıyı kendi lehine yeniden yapılandırmaya çalışan iktidar ve yandaşlarına kendilerine dönüp ciddi bir hesap muhasebesi yapmak zorundadırlar.

Ancak bunu yapmak yerine, tıpkı Zeynel Abidin bin Ali'nın halkının feryatlarına kulağını tıkması gibi bugünki iktidar sahiplerimizde bizlere kulaklarını tıkamakta, insanlar aç karınlarını doyuramaz hale getirilmektedir.

Buradan bu vesile ile birkere daha AKP ve yandaşlarına sesleniyorum, aklınızı başınıza devşirin lütfen.
Türk milleti devletine hiç baş kaldırmamıştır , çünkü bu güne kadar bu görevi üstlenecek bir ordusunun varolduğuna inanmıştır. Siz bu ordununda susuturulmasını sağladınız, ancak toplumlar bireysel menfaatlerin güdüldüğü liderler sultası değildir. Hiç ummadığınız bir anda küçücük bir ses, küçük bir feryat bu toplumun fitilini ateşleyebilir, çünkü toplum bu noktaya getirilmektedir.

Bırakın onu bunu suçlamayı, demokrasi vaadlerinizi yerine getirin, sansürü, tehdidi bir kenara koyun, toplumun bir kesimini değil her kesimini kucaklayacak eylemlerde bulunun, aksi taktirde bir yaşlı kadın çıkar "Yalan söylüyorsun !" diye haykırır ve sonuçları ülkemiz ve hepimiz için korkunç olur.

UĞUR MUMCU’YA ‘HUZUR İÇİNDE UYU’ DİYEMEMENİN ACISI...

“Ben Atatürkçüyüm, ben cumhuriyetçiyim, ben laikim, ben anti-emperyalistim, ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım, ben özgürlükçüyüm, ben insan haklarının savunucusuyum, ben teröre karşıyım, ben hırsızların, yobazların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım…!
Öyleyse vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.”


Sevgili Uğur Mumcu’nun bu cümlelerini aktardığımda değerli bir dostum: ‘ama çıkmadı daha bir Uğur Mumcu...’ diye yazdı. Önce hüznünü hissettim. Sonra düşündüm. Evet yoktu. Belki vardı ama susturulmuştu. Belki vardı ama korkuyordu. Belki de vardı ama biz Onun kıymetini Uğur Mumcu’nun kaderini paylaştığında anlayacaktık...


Aynı dostum, yine bir gün: ‘İyi bir yazar iyi bir konuşmacı olamaz. İyi bir konuşmacı da iyi bir yazar olamaz.’ dediğimde ‘sen hiç Uğur Mumcu’yu dinlemedin, galiba!’ diye çıkıştı bana. Dinlemez olur muyum, defalarca dinlemiştim ama hatırlamamış mıydım? Hatırlatılmamış mıydı? Haklıydı. O sadece araştırmacı gazeteci değildi. O aynı zamanda hem çok iyi bir yazar, hem de çok iyi bir konuşmacıydı.


Şu bir gerçek ki; Uğur Mumcu’nun yeri doldurulamamıştı.


2011 yılından 1993 yılına baktığımızda ne görüyoruz?


Uğur Mumcu son gecesinde hangi araştırması üzerinde çalışıyordu?


‘Kürt Dosyası’


Tamamlamasına izin vermediler.


Eğer 18 yıl önce bugün Uğur Mumcu’yu kaybetmemiş olsaydık, çok farklı bir Türkiye’de yaşıyor, olabilirdik.


Uğur Mumcu, bu topraklar üzerinde oynanan hain oyunu bozmak üzereydi.


‘Kürt Dosyası’nın özelliği neydi? Belgeleriyle birlikte neler yazıyordu?


‘ABD’nin ve İsrail’in, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurmayı planladıklarını, bu projenin Sevr projesinin bir devamı olduğunu, PKK, Barzani ile Talabani’nin bu projede işbirliği yaptığını’ yazıyordu.


Bu kukla devlet yani Kürdistan resmen kuruldu.


‘Kürtlerin Türk soyundan geldiğinin tespitini ve sorunların çözümünün eğitim ve kültür ile bu bilincin aşılanması ve feodal yapının bozulması ile sağlanabileceğini’ yazıyordu.


‘Ermenilerin ASALA ve diğer terör örgütleri veya Fransa aracılığıyla Kürtleri de nasıl örgütlediklerini ve destek verdiklerini’ yazıyordu.


Bu gerçekleri ve aslında bir Kürt sorunu değil bir Ermeni sorunu yaşadığımızı, en son TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu da tekrarladığı için maalesef O da cezalandırıldı.


Uğur Mumcu'nun tüm eserlerini ve değerli eşi Güldal Mumcu’nun emekleriyle yayınlanan bu yarım kalmış büyük araştırmanın kitabını da mutlaka okumalısınız.


Yavuz Donat’tan dinledim. Yorumsuz aktarıyorum. Rahmetli Uğur Mumcu eşine anlatmış: ‘İsrail Büyükelçisi benimle öğle yemeği yemek istedi. Kabul ettim. Yemekte bana, Uğur Bey öldürülmekten korkmuyor musunuz? diye sordu. Günlerce bana bu soruyu neden sorduğunu düşündüm.’


Cumhuriyet devrimleri adına can veren şehitlerimiz, Atatürkçü aydınlarımız toplumda hak ettikleri değeri göremediler. Onlar yalnızca ölüm yıldönümlerinde anıldılar.


Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun dediği gibi: ‘Neden öldürüldükleri sorgulanmadan ve hesabı sorulmadan; anmaya devam ediyoruz utanmadan…!’


Oysa Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu’nun ardından diyordu ki: ‘Sönen her mumun ardından onlarcasını yakın… Mumlar değil, karanlık isteyenlerin nefesleri tükenecektir.’


Ne yazık ki; Uğur Mumcu’dan sonra, Ahmet Taner Kışlalı’yı da Necip Hablemitoğlu’nu da kaybettik.


Aslında gerçek hedef Onlar değildi; gerçek hedef Atatürkçülük’tü, gerçek hedef Türkiye Cumhuriyeti’ydi.


Bu yazıyı yazmak benim için o kadar zordu ki… En çok acı veren de; ‘huzur içinde uyu’ diyememekti.

Bilge US

22 Ocak 2011 Cumartesi

Bir İnsanlık Gösterisi, Kurtuluş !

Kimimiz duymuştur, ama çoğumuz bi haberdir Kurtuluş Vapurundan.
Oysa bir II.Dünya Savaşı Destanıdır Kurtuluş, farkılı bir dilde, farklı bir dinde aynı allaha açılan ellerin, bizden birilerinin dualarının adıdır kurtuluş.
Hani geçenlerde o dilin ve dinin başkanı Erzurum ziyaretinde dadaşlara seslenmiş, bizlerin dilinde "Merhaba dadaşlar" demişti, ve yine aynı kişi aynı günün ilerleyen saatlerinde "kıbrısta işgalcisiniz" çıkışıyla bitirmişti günü... Anadolunun saf, tertemiz insanlarının; insanlığa olan saygılarının İşte o başbakana tokat gibi cevabının adıdır Kurtuluş Vapuru !
Sanırım anladınız, farklı dile, dine sahip, aslında bizlerden olanların kim olduğunu... Evet Yunanistandan bahsediyorum ve Yunanistanın II.dünya savaşı yıllarında kurtuluşu olan o kurtuluş vapurundan...
Şimdi nerden çıktı bu kurtuluş vapuru diyeceksiniz sanırım. Bugün izlediğim bir belgesel beni bu konuda yazamaya itti. Hatırlansın istedim, hatırlansın ve hatırlatılsın Anadolunun sevgi dolu, fedakar insanının; ne düşmanlık, nede tarihsel nefretleri umursamadan, insanlığın gerektirdiği heryerde olabildiğini ve olmayada devam edeceğini...
İşte bu Atinada yaşam savaşı veren insanlara "Evet bugün açsınız ancak yarın Kurtuluş gelecek" dedirten Türk vapurunun, Kurtuluş Vapurunun Hikayesidir...
Yunanistan birinci dünya savaşı sırasında giriştiği Anadolu macerasından büyük bir darbe almış, ekonomik anlamda iflasın eşiğine gelmiştir, arkasından yaşanan mübadele ise dengeleri altüst etmiştir. İşte Tam da bu sırada patlak veren II.Dünya Savaşı tüm bu yaraların üstüne tuzbiber olmuştur.
II. Dünya savaşı başlamış, III Rayh, Mussolini komutasındaki İtalyan kuvvetlerine, Avrupadan - Rusyaya yardım gitesini engellemek için Yunanistanın işgaledilmesini emretmiş, ancak yunan direnişini kıramayan İtalyan ordusu, her cephede geri püskürtülmüştür. Altı ay boyunca İtalyan işgaline direnen yunanlıların durumu, bu vaziyete daha fazla dayanamayan Adolf Hitlerin, Alman ordusuna taarruz emri vermesiyle birden bire değişir ve Yunanistan 20 gün içerisinde Alman ordularınca işgal edilir.
Yunanistan gıda maddeleri ithal eden bir ülkedir. Alman orduları ise kendi kaynakları ile doğu cephesindeki ordunun ihtiyaçlarına yetişememekte işgal ettiği ülkelerden bu ihtiyaçlarını karşılamaktadır. İşte aynı gerekçe ile Almanların, Yunanistan'ın gıda stoklarını yağmalaması sonrasında, işgal sırasında demir yollarının da harap olmasınında etkisiyle iç kesimlerden destek alamayan Atina halkı Alman işgali altında inim inim inlemektedir,
Bu yokluk içerisinde insanlar sefalete ve tarifsiz bir açlığa sürüklenmektedir. Alman ablukası, o zamanlarda Yunanistan limanlarına başka milletlerin yaklaşmasına izin vermemekte ve yardım alamayan Atina halkı, açlıkla ölüm arasında kapana kıslmış vaziyette umutsuzca beklemektedir.
Özellikle yoksul mahallelerde açlık öylesine büyüktür ki, halk, at, eşek hatta kedi, köpek eti yemektedir. 1941 sonbaharında açlıktan ilk ölümler başlar.
İşgalin başladığı ilk günden itibaren atina halkının tek umudu dışarıdan gelecek yardımdır. Bu konuda düşünülen ilk ülke ise II.Dünya Savaşının başından beri tarafsızlığını korumayı başarmış Türkiye Cumhuriyetidir.
Ancak o yıllarda Türkiye de kıtlıkla uğraşmakta, iş gücünün büyük bir bölümü seferberlik nedeniyle silah altına alınmış, bu nedenle de düşen üretim ve savaş çıkabilir korkusu ile ordunun savaş halinde ihtiyacını karşılamak için seferberlik dahilinde yiyecek stoklanması Türkiyede de kıtlık çekimesine neden olmuştur.
Lakin Anadolu halkının insancıl vasfı burada da ortaya çıkmış, basın Atinadaki masum insanların dramına kayıtsız kalamayarak, konuyu titizlikle kamuoyuna aktarmaya başlamıştır. Türk milletide içerisinde bulunduğu sıkıntıya rağmen Atinalı komşularına yardım etmek istemektedir.
Sonunda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü halkının bu hassasiyetine kayıtsız kalamayacak ve toplamda 50000 ton gıda yardımını içerir kararı imzalayacaktır.
Böylece Anadolu insanı daha 19 yıl önce topraklarından attığı düşman ordusunun halkına yardım elini uzatacak ilk ülke olacak, Türk Kızılayı bu sorumluluğu üzerine alacaktı. Böylece şerefli Türk Halkı savaş sonuna kadar Atinalı muhtaçlara 50.000 ton gıda yardımı yapmayı tahhüt etmiştir.
İşte Kurtuluş Vapurunun hikayeside tam bu noktada başlar.
Türk halkı tüm sıkıntısına rağmen boğazından arttırdıkları yardımları, kurulan bir yardım komisyonuna ulaştırmakta, komisyonun onayladığı yardımlar Kızılay tarafından Kızılhaç yönergeleri gereğince paketlemekte ve Atinaya ulaştırılmak üzere hazırlamaktadır.
Ancak o tarihlerde devletin elinde kış şartlarında ve ihtiyaç dahilindeki kapasitede bir gemi bulunmadığında özel sektörün elindeki gemilerden bu ihtiyacı giderme yoluna gidilecek, Tavilzade Biraderler şirketinin elindeki 2400 tonluk kuru yük gemisini bu iş için uygun bulunacaktı.
1882 yılı yapımı gemi, ilginç bir rastlantı sonucu 19 yıl önce komşumuz ile yaşadığımız o büyük mücadeleye verdiğimiz adla, aynı adı taşımaktaydı "KURTULUŞ" ...
Kurtuluş vapurunun dört bir yanına ve üstüne Kızılay amblemleri boyanarak savaşın getirdiği saldırı tehlikelerinden korunması sağlanacaktır. Ancak Kurtuluş Vapurunun rotasıda ayrı bir sorun teşkiletmektedir. Savaş nedeniyle ticari rotalara dökülen mayınlar seyri oldukça güçleştirmekte ve her sefer için İngiliz, Alman, İtalyan ve Yunan makamlarıyla yazışılması ve rota onaylandıktan sonra sefere çıkılması gerekmektedir.
İlk seferine 13 Ekim 1941'de, Karaköy rıhtımından yola çıkan Kurtuluş Vapurunun mürettebatı Yunan limanına yaklaştıklarında gördükleri vaziyeti : "liman bir gemi mezarlığını andırıyordu. Kurtuluş, batıkların arasından güçlükle kıyıya yanaştı. Vapurun yiyecek getireceği haberini alan binlerce Atinalı, saatlerdir onun gelişini bekliyordu" şeklinde aktaracaktır.
İlk seferinin sonunda gece vakti Pire limanına varan Kurtuluş polis koruması altında yağmadan korunmaya çalışılırken indirir Atina halkı için yaşam anlamına gelen mukaddes yükünü. Bir tayfa şöyle aktarmaktadır o anı "Sırtlarında koca koca çuvalları yüklenmiş hammallar bir yandan,bir an evvel yükünü ihtiyacı olnalara ulaştırmaya gayret ederken, bir yandan da heyecandan ve sevinçten gözlerinden yaşlar gelmekteydi. Halk öylesine sefil, öylesine bir çare bir görünümdeydiki çehreler açlıktan sararmış, avurtlar çökmüştü."
Bir başka tayfa "Açlık heryere hakimdi, bebeler zayıflamış canhıraş açlıktan ağlamakta, insanlar ruhunu teslim etmek üzereydi... Eğer o yardım gelmese muhtemelen büyük bir ekseriyatı ertesi gün ölmüş olurdu"
İşte böylesine bir anda,aziz TÜRK MİLLETİ kendi açlığını düşünmeden, daha 19 yıl önce milletini kılıçtan geçiren düşmanına, dünyadaki herşey den daha kıymetli olan hayatı vermiş, insancıllığını, adalet ve yüksek seciyesini dostuna da, düşmanına da bir defa daha kanıtlamıştır.
Kurtuluş Vapuru Pire Limanı'na her biri diğerinden daha acılı öykülerin yaşandığı dört sefer daha yapacak ve Şubat 1942'ye kadar bu 4 seferde yaklaşık 7.100 ton gıdayı Yunan halkına ulaştıracaktır. Bu arada Yunan halkı efsaneye dönüşen Kurtuluş Vapuru için "Evet bugün açsınız ancak yarın Kurtuluş gelecek" tarihi sözünü söyleyecek, umutla beklemeyi ve gelen yardımları paylaşmayı öğrenecektir.

Kurtuluş Vapuru 20 Şubat 1942'de saat 9.15'de 5 seferi sırasında Marmara Adası'nın kuzey kayalıklarında yaklaşık 2000 ton gıda ile sulara gömüldü. Kurtuluş'un 36 kişilik mürettebatı kazadan sağ kurtulmayı başardı. Ama Kurtuluş Vapuru Atina halkının kalbinde asla batmadı.
Türk milleti Kurtuluş Vapurunun batışı sonrası verdiği sözü unutmamış, Kurtuluş Vapurundan sonra Tuna, Konya, Aksu ve Dumlupınar gemleri ile sözverdiği 50.000 ton gıda maddesini Atinalı muhtaçlara ulaştırmıştır.
Bu gün o günleri unutanlar bu yazıyı keşke okuyabilseler ve Türk Milletinin ancak bir başkasının hayatını kurtarmak için savaşacağını bir kere daha hatırlasalar ve keşke bu söze muhatap olanlar bu ve benzeri şahanelikte vakadan haberdar olsalar ve o lafı eden densizlerin suratına bu tarihsel gerçekleri tokat gibi vurabilselerdi.
Kurtuluş Vapurunu, 36 kişilik mürettebatını üstlendikleri ve başardıkları bu mukaddes görev sebebiyle birkere daha saygıyla anıyor, aziz milletime bir kere daha o eşsiz vicdanı ve adaleti için teşekkür ediyorum.
Kaynaklar :
  • Demo Productions, Barışı Taşıyan Vapur Kurtuluş Adlı Belgeseli Resmi Sayfası , http://www.sskurtulus.com/index-tr.htm
  • Sayın Mustafa İzberk'in 15.05.2006 tarihli yazısı, http://www.turksolu.org/107/izberk107.htm

Yıllarca kandırıldık

Ülkemizdeki ekonomik sorunlar azalacağına giderek artmaya devam ediyor. Seçim zamanı aday her partinin sloganı olan bolluk ve refah seviyesi kelimesi sadece miting alanlarında kalıyor. Millet olarak yanlış göre göre giderek bir umutla bu vaatlere kanıyoruz ve sonucunda ise geçim sıkıntısı ile baş başa kalıyoruz. peki millet olarak biz sıkıntıyı çekerken seçtiğimiz vekillerimiz ve onların kurduğu hükümetler neredeler....

***

Evet ülke olarak devamlı olarak gelişmekte olan bir ülkeyiz. Kim bilir belki bizden önceki kuşakta da bu gelişim devam etmiştir. Nasıl bir gelişimdir ki bu bir türlü gelişmiş bir ülke olamadık. Bazılarınız bu yazımı 60'lı 70'li yıllar ile kıyaslayacak. Ben yaşım itibari ile bilmediğim fakat izlediğim Yeşilçam filmlerinden gördüğüm kadarıyla yağ, şeker, tüp...vb kuyruğu varmış o günlere göre kıyaslarsanız sonucu söylemeye gerek yok. Sizin dikkatinizi çekmeye çalıştığım şey ne kadar geliştiğimiz değil. Nasıl geliştiğimizdir. Bakın Dubai bizden gelişmişlik bakımından nerede fakat son yaptığı açıklamalar ile olan 59 milyar dolar tutarındaki borcunu ödeyemeceğini açıkladı. Gelişmişlik seviyesinden ne anladığımızda önemli ben Dubai'yi gelişmiş olarak görmüyorum ve göremem de belirli güçlerin oyuncağı olmuş şeyhleri, yöneticileri kendi halkının çektiği sıkıntılara rağmen Avrupa'da istediği gibi para harcaya biliyorsa ben o ülkeye gelişmiş diyemem.

***

Bizde durumlar nasıl daha da vahim hükümetlerin dönemlerine ve borçlanılan miktarlara baktığımızda şok oldum. Sizi bu tablolara boğmak istemiyorum. Ancak bir ülkenin ekonomisi bilinçli olarak bu kadar kötü yönetilir. Başımıza getirilen bakanlara bakılırsa geçtiğimiz yıllarda ve şuanda şaka gibi bir durum. Hiç bir şeyden anlamıyorsanız. Memurlara verilen ve enflasyon oranları göz önüne alınarak yapılan zamlara bakın ve aynı memurların ceplerinden çıkan zamlara (Doğal gaz, elektrik, su, telefon, gıda maddeleri) fiyatlarına gelen zamlara baktığımızda bilinçli olarak yapılan bir halkı fakirleştirme hareketi göreceksiniz. Bunu yaparken iktisadi ve reel düşünmeyi bırakın öyle düşünseler, ülkenin çıkarlarını (halkın) düşünseler bu şekilde bir yönetim tarzları olmaz. Bu sözlerim sadece şuanda bulunan iktidara değildir Aynı zamanda gelmiş geçmiş tüm hükümetleredir. Hatırlayınız 2001 krizinde ekonomi için ABD'den bakan geldi. Kemal Derviş ne oldu develasyon oldu. Dolar birden fırladı Türk lirası yerle bir oldu. Sonra Derviş Bey nerede geldiği yerde Amerika'da peki bu işin erbabı Amerika'da yetişiyorsa bize gelen adamlar neden hep ülkeyi geriletmeyi başarıyor. Sizce bunda bir kasıt yok mu? Kalkınma diye bağırıyorlar sonuç gelirler kriz olur veya ülkemiz borçlandırılır sonra Amerika'da bol maaşlı işleri hazır gerçi o maaşa gerek kalmıyor giderken boş gittiklerini sanmıyorum.

***

Millet olarak artık gerçeklerin farkına varmamızın zamanı geldi. İster solcu deyin, ister sağcı, demokrat, liberal, kapitalist, komünist..... ne derseniz deyin ben doğruları yazdığımı bildiğim sürece siz ne isterseniz dersiniz. Uyan Ey Türk! Bizi yıllardır bu şekilde uyuttular bizde bu oyunun bir parçası olduk. Artık bunu bilincine varın oyuncu senarist olmanın zamanı geldi.

"Bir Ülkeyi Silahla Teslim Almaktansa Parasıyla Esir Almak Daha İyidir" S&S

Bize empoze edilen Kürt sorunu!

Türkiye üzerinde oynanan oyunlardan bir diğer olan “Kürt sorunu” diye yapay bir sorun ortaya attılar. Bu sorun gerçekten var mı? Yoksa sadece bazı ülkeler tarafından ülkenin birliğini, huzurunu bozmak için yapılan bir oyun mu? Bu yazımda ülkemizin açılım adı altında yapılan ne olduğunu net bir şekilde asla öğrenemediğimiz. Sözde sorun ile ilgili bir yasanın bile çıkarıldığı siyasi yönden de Kürt sorunu diye kafamıza kakılan sorunun olmadığını bu yazımda anlatmaya çalışacağım.

Basında çıkan ve bazı aydın adı altında yazan yazarlar resmen birilerin satın aldığı bitmeyen bir kalem olmuş. Bu ister iktidar tarafından olsun ister muhalefet tarafından olsun. Türkiye kirli karşılaşmaların olduğu bir meydan değil! Bu bahsettiğim yazarlar yada yazar olduğunu sananlar Kürt Sorunu üzerine yazıyorlar. Çeşitli düşünceler ortaya atıyorlar. Ortaya attıkları düşünceler ise olayın vahametini arttırıyor. Çözüme yönelik değil ayrılma hevesli bu yazarlar, “ayrılıkçı Türkler” diyebilecek kadar ileriye gidebiliyorlar. Ortada nasıl bir sorun var. Çözmek için sorunun ne olduğunu bilmek lazım. Adım gibi eminim ki kimsenin Kürtler ile bir sorunu yok. Tabi bize empoze edilmek istenen bu yapay ve provakatif düşüncelerden etkilenmeyen insanlarımız için söylüyorum. Bu konuda toplum olarak şoven olmayı da seviyoruz. Benim partim senin partin diye bu ayrımlar çok kötü, artık önümüzü göremeyen bir ülke olduk…

*****

Kürtler ne istiyor
Öncelikle Kürtler ne istiyor diye bir başlık attığım için gerçekten üzülüyorum. Bu ayrımı ben yapmak istemiyorum. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türktür. Etnik kimliğe takılıp kalmak sadece ülkemize zarar verir. Ben hiçbir Kürt vatandaşımızın ayrıcalık yada bir açılım istediğini duymadım. Sadece doğuda ve güney doğuda yaşayan çoğunluğun kürt vatandaşlarımızın oluşturduğu bölge halkının coğrafyadaki terör olaylarının azalmasını ve her ilimizde olduğu gibi işsizlik sorununa çözüm bulunmasını istediğini biliyorum. Olmayan bir sorunu yaratıp buna açılım yapanlar ülke için yazarların dahi kendi içinde bölünmesi sağlayan Amerika kaynaklı bu olayları destekleyen çevreler vatan hainidir. Sosyal sorunları düzeltme eğilimi gidileceğini böyle suni bir takım olayları resmen bilinçli olarak dayatıyorlar…

*****

Terör sorunu yok mu?
Terör sorunu var. Ülkemizde maalesef 30 yıldan beri terör olayı ile baş edemiyor. Terör ile mücadelenin yolları vardır bunu herkes bilir. Ya da yaşayarak öğrenir. Geçen zaman içinde PKK ile ilgili gerekli tüm bilgilere sahip olduğumuz fakat bir türlü acizliğimizden dolayı bitiremediğiz yapılanmadır. Destekçisi olan ülkeler belli, en büyük destekçisi olan Amerika bizim en büyük müttefikimiz! Bunu insan nasıl sindirir? İğrenç bir durum ülkenin ve siyasilerin içinde bulunduğu bu durumu acınası bir durumdur. Bunları bildiğimiz halde bir sonuca varamıyorsak namlunun ucunu kendimize çevireceğiz ki daha iyi görelim. Terör açılım ile kanun değişikliği yasalar ile çözülecek bir sorun değildir. Dağa çıkan çıkmıştır. Örgüte katılanların eğitim seviyesi yada anlayışları bir hayvan kadar değildir. O insan dağa çıkıyorsa bu ülkenin acizliğidir. Niye bu insanlar dağa çıkıyor. İşsizlik, bilinçsizlik ve çaresiz olduğu çözümün sadece bu devlete karşı silahlı direniş olduğunu düşünen bizim vatandaşlarımız. Bunlara çözüm bulmak emin olun açılımdan daha çok etkili olacaktır.

*****

Son söz; Kürt vatandaşlarımız bizden bir açılım beklemiyor. Sadece çoğunluğunun yaşadığı Doğu ve Güney doğu bölgesinde var olan terör olayların bitmesini istiyorlar. İktidarın yaptığı ise sadece bölgedeki sorunları büyütüp olmayan olaylara kötü zihniyetli ülkelerin politikalarına zemin hazırlamak için yaptığı çalışmaları mecliste onaylamaktır.


“Hainleri dışarıda bulamıyorsan kendi içinde arayacaksın” S&S

Türkiye nereye gidiyor?

Son zamanlar ülkenin geleceğini etkileyecek konular üzerinde bir sürü açılımlar, antlaşmalar yapılıyor. Bunların bir kısmı basına ve dolayısı ile halka yansıyor bir kısım antlaşma ise gizli kalıyor. Geleceğin Türkiye’si nasıl olacak? Bu sorunun cevabını sizi fazla sıkmadan vermek için elimden geleni yapacağım.

Bilinçsizce yapılan özelleştirmeler
İlk olarak hükümetin ekonomi alanında yaptığı bazı yenilikler ve değişim dedikleri hareketlerini inceleyelim. Tüm Dünya ülkelerinde özelleştirmeler belirli denetimler ve kontroller altında uygun bir biçimde yapılıyor. Ülkemizde ise kamu kurumları bilinç olarak zarara uğratılıp özelleştirilmesi için gerekli altyapısı iyi şekilde hazırlanıyor. Özelleştirme devletin zarar uğrayan kurumlarının daha iyi yönetilmesi için gereklidir fakat ülkemizde genelde seçimlere yakın banka ve büyük kurumların özelleştirilmesi daha çok görülüyor buna neden olarak. Devletin açık veren bütçesini devletin kurumlarını satarak hazineye para sıcak para akışının sağlanması ve parti mitinglerinde bunların marifetmiş gibi millete söylenmesidir. Bunların ülke ekonomisine ne kadar zara verdiği 2015’e kadar ortaya çıkacak ekonomide daralmalar ve borsadaki istikrarsızlıklar daha da artacak.

İktidar savaşları
Türkiye’de iktidar olmak artık bazı kesimler için hizmetten çok bir iş haline gelmiş. Belirli bir ekonomik güce sahip olanlar istedikleri gibi meclise girip çıkabiliyorlar. Birazda siyasetten anlayanlar iyi mevkilere gelebiliyor ( istisnalar hariç ) Bakanlıklarda aynı isimler değiştirilerek karşımıza çıkıyor. İktidardaki AKP mecliste, kendi vekillerine güvenmiyor. Veya güvenmek istemiyor. Sonuç olarak dediğim gibi aynı isimler kendi aralarında mevkilerini değiştiriyorlar. Ara sıra birkaç isim ön plana çıkıyor o kadar.

Sol parçalanacak
Ülkemizde sol dediğimizde akla ilk gelen partilerden biri CHP’dir. Şuanda Cumhuriyet Halk Partisini parçalamak istiyorlar bunun içinde çeşitli yollara başvuruyorlar. Solcular ve CHP’liler bu konuda dikkatli olmalıdır. Yoksa kaçınılmaz ve kötü bir hem seçimlerde hem parti bazında onları bekliyor.
Oy Kaybedecek Partiler

Akp Sarsılacak
Önümüzdeki seçimlerde oy kaybedecek partiler arasında ilk sırada yer alacak olan parti Adalet ve kalkınma partisidir (AKP). Bunun nedeni ise 2007 seçimlerinde sonra açılım yapmak isteyen AKP bu açılımını 2009 da yılında dillendirmesi ve gerekli ilk adımları atması kendi içinde dahi buna karşı çıkanların olması fakat monarşik bir parti olarak sadece genel başkanları aynı zamanda Başbakan olan R.Tayyip Erdoğan’dan çekinen vekiller bu açılıma karşı çıktıkları dile getiremezler. Demokratik açılımı halka tam olarak anlatılmaması ayrıntılarına muhalefetin bile bilmediği açılımı halka ne kadar benimser ve doğru bulur. Ermenistan ile olan ilişkiler ve antlaşma Akp’nin oy potansiyelini büyük bir oranda düşüreceğinin düşünüyorum. Yine imzalanan bir antlaşma ve gizlenen maddeler halk için yeterince açıklayıcı….

CHP zayıflayacak
Cumhuriyet Halk Partisi önümüzdeki ulusal seçimlerde Türkiye genelinde bir oy kaybı yaşayacak. Bunun nedeni ise CHP’ye karşı yürütülen gizli yıpratma ve parçalama politikasıdır. CHP’nin oy kaybetmesindeki bir diğer en önemli etken ise halka inememesi olacaktır. Bunu en kısa zamanda çözülememesi durumunda önümüzdeki 20 yılın tüm seçimlerinde CHP’yi muhalefet olarak göreceğiz. Bakın dikkat edin ana muhalefet demiyorum. Çünkü böyle giderse ana muhalefet, iktidardan sonra gelen 2.partide olamayacak.

Mhp’de bir çıkış olacak
Türkiye’de seçime yakın son zamanlarda olan olaylarda partinin ilkelerini doğrultusunda giden ve çizgisinden taviz vermeyen Milliyetçi Hareket Partisi AKP’nin kaybolan oylarının alacak. Eğer seçim zamanı da bu gidişinden taviz vermez ise ve iyi bir hazırlık ile Türkiye genelinde oylarını arttırması bir sürpriz olmayacak.
Her ne olursa olsun dış güçlerin etkisi her iktidar döneminde giderek artan bir şekilde hissedeceğiz

Aydınlık bir Türkiye umuduyla______S&S

20 Ocak 2011 Perşembe

Haberalın Hastane Odası Basılıp Arandı!

İleri demokratik bir yönetim altında, ileri demokrasinin gereklerini hep beraber, her gün televizyonlarımızda izlemeye devam ediyoruz.

Dünün bombası da sayın Prof.Dr.Mehmet Haberal'ın hasta yatağında yatarken, odasının basılarak aranması, kendisini ziyarete gelen insanların isimlerinin, ziyaretçi defterinin fotokopisi çelkilerek alınması, üstüne yetinmeyip bilgiişlem bölümündeki bilgisayarın hard diskine el konması olayıydı.

Hastahaneden çıkan Sayın Haberal'ın arkadaşları tansiyonu çıktı çok kötü oldu, hemen monitöre bağladılar, hiç iyi değil dediler.

İşte sevgili halkım bu ileri demokrasimizin, insanların yaşama hakkına bile nedenli önem verdiğini ortaya koyan mükemmel bir uygulama.

Bu uygulamayı Sayın Haberal'a reva görenleri tebrik ediyorum.

Düşünsenize biri siz hasta yatağında ve yoğun bakımda yatarken paldır küldür odanıza dalıyor, yattığınız hastahanenin tüm haklarını ihlal ederek siz orada yatıyorsunuz diye, bilgi işlem odanısını, sizin yattığınız yeri 6 saat boyunca didik didik arıyor ve bu devlet hukuk devleti oluyor.  

Ben bunca yıldır bir hastanın odasının didik didik arandığını ne duydum ne de gördüm. Bu hükümetle herşeyi yeniden öğrenir olduk çok şükür.

Ayrıca bir suçlu bile olsa, suçluyu ziyaret etmek ne zamandan beridir suçlu muamelesi görmeyi erektiriyor ? Sayın Haberal'ın ziyaretçilerinin isimlerinin listesinin alınması ne anlama gelmektedir bilmiyorum ama önümüzdeki günlerde, Haberal'ın doktorunun başına geldiği gibi ziyaretçilerini de silivride göreceğiz galiba.

Bu isimler alındığına göre kesin bunun da altından ORGANİZE İŞLER çıkacak gibi görünüyor!

Başbakanımızdan İnciler !

Başbakan her zamanki gibi döktürdü yine.

Yaptığı konuşmasında "bizim ailemiz içerisinde içkiye karşı bir tavrımız olabilir ki bu tutumumuz bilinmektedir. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı olarak kimsenin yaşam tarzını kısıtlamak gibi bir tutumumuz olamaz olmamıştır. Biz bu sıfatla gençlerimizin alkolden uzaklaştırılması için Avrupa'da, Amerika'da uygulanan koşullar uygulanmıştır" dedi.

Bu iki yüzlülük değildirde nedir yahu!

Sen tutacaksın toplantılarda, seminerlerde düzenlenen kokteyllerde içki servsini yasaklayacaksın, açık havada alkol kullanımını yasaklayacaksın sonrasında çıkıp pişkin pişkin biz kimsenin yaşam tarzına müdahale etmedik diyeceksin.

Dikkatinizi çekerim bunu sadece biz söylemiyoruz son sekiz yıldır kendisine destek verme konusunda birbirini parçalayan Liberal yazarlarda ifade ediyor.

Son bir iki yıldır, göze batmayacak biçimlerde sessiz sedasız çıkartılan yasalarla kısıtlamalar, yasaklamalar engellemeler ve yargıya müdahaleler peş peşe geldi.

Daha dün akşam düzenlenen bir etkinlikte Yarsav Başkanı Sayın Emine Tarhan'ın konuşmasını dinleme fırsatı buldum, kendisi konuşmasında; yargı erklerinin ayrılık ilkesinin adaletin tecellisi için varolduğunu, bu gün bu erklerin ayrılığının yerinde yellerin estiğini AKP'li kadroların birbiriye birleştirilmiş hale getirilmiş erklerin içerisine nüfuz ettiğini, bununda sanki iktidarı bir daha bırakmayacak bir gücün izlediği tavır gibi göründüğünü ifade etti.

Sonrasında da bu durumun bir anlamda teokratik bir yönetimi işaret ettiğini ifade eden Sayın Tarhan tek ümitlerinin seçmen ve seçimler olduğunu üzülerek söylemek zorunda olduğunu ifade etti.

Bakınız bu kişi Yarsav Başkanı yani Yargıçlar ve Savcılar Derneğinin Başkanı bir sivil toplum örgütünün başkanı yani.

Bu insanların yargı sisteminin değişmesinde yada değişmemesinde herhangi bir çıkarları olmayacağı sanırım herkesin mutabık olduğu bir konudur.

Ve bu derneğin hem önceki başkanı hem de bugün ki başkanı her platformda Yargının bağımsızlığının ortadan kaldırılmak istendiğini haykırıp duruyorlar.

Ne zorun var kardeşim hıhı de devamet işte. Ama hayır ülkesini seven her Türk vatandaşının yapması gerekeni yapıyorlar, oysa susup maaşlarını alıp suya sabuna dokunmadan gül gibi yaşayıp gitmek varken, kendilerini de riske atarak deliler gibi YARGI BAĞIMLI HALE GETİRİLMİŞTİR diyorlar.

Ya başbakanımız ne diyor ? "Yasama ve Yürütme Yargının alanına girmeyeceği gibi, Yargınında, siyasallaşmaması gerekir. Son zamanlarda ne yazıkki bazı söz alanların, bazı konuşanların, mikrofonların karşısına çıkanların, siyasallaştığını görüyorum. Bu kadar bu işe meraklıysalar seçim yaklaşıyor mesleklerini bırakıp herhangi bir siyasi partiden aday olurlar" diyor.

Bakınız iki konuşmanın farkına; biri son umudumuz seçmendir ve seçimlerdir bizim bu konuda yapacak birşeyimiz yok ey halkım bu duruma dur demek sizin üzerinize görev olarak kalmıştır diyor. Diğeri Siyasallaştılar diyor. Zaten başbakanımıza göre sesini çıkatmaya çalışan her kes istifa edip gitmeli. Yada sesini kesip oturmalı. Sen kimsin ki konuşuyorsun ben başbakanım diyor kendileri.

Peki bakalım başbakanımızın Yasama ve Yürütme Yetkisi hakkında dediklerinin ne anlama geldiğini.

Nedir bu Yasama Yürütme ve Yargı ?


Yasama (yasama erki olarak da bilinir); 1982 Anayasasının 87’nci maddesinde sayılan yetkilerdir şeklinde tanımlayabiliriz. Kapsamı.- Bu maddeye göre “yasama yetkisi”nin kapsamında şu yetkilerin bulunduğu söylenebilir:

1. Kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak.

2. Bakanlar Kurulu ve bakanları denetlemek.

3. Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek.

4. Bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek.

5. Para basılmasına karar vermek.

6. Savaş ilânına karar vermek.

7. Milletlerarası andlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak.

8. Anayasanın 14’üncü maddesindeki fiillerden dolayı hüküm giyenler hariç olmak üzere, genel ve özel af ilânına karar vermek.

9. Mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine karar vermek.

10. Anayasanın diğer maddelerinde öngörülen yetkileri kullanmak ve görevleri yerine getirmek.

Kısaca Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkileri sıralanıyor, yani Yasama Organımız TCBMM dir deniyor.

Ya Yürütme ?

Yürütme (yürütme erki olarak da bilinir); yargı ve yasama ile birlikte, güçlerin ayrılığı ilkesine dayanan demokrasi rejimlerindeki üç erkten (güç) biridir.Yürütme, yargıya ve yasalara bağlı olarak ülkenin ve hükümetin icraatını gerçekleştiren erktir.kaynak

Cumhurbaşkanlığı ve Bakanlar Kurulu Yürütme Erkidir. Ve Yürütme Erkinin Başkanı Cumhurbaşkanımızdır. 

Gelelim Yargıya !

Yargı (yargı erki olarak da bilinir); egemenlik ya da devlet adına hukuku yorumlayan ve ona başvuran mahkemeler düzenidir. Yargı ayrıca uyuşmazlıkların çözümü için bir işleyiş de sağlar. Kuvvetler ayrılığı öğretisi altında, yargı genellikle yasa çıkarmaz (bu, bütün üyelerin hazır bulunduğu bir yüksek tabakada, yasamanın sorumluluğundadır) ya da yasaları uygulamaz (bu da yürütmenin sorumluluğundadır), daha çok yasaları yorumlar ve onları her hukuksal olayın gerçeklerine uygular. Bu devlet erki sık sık "Yasalar önünde herkes eşittir." ilkesini sağlama almakla görevlendirilir. Genellikle bir son-başvuru mahkemesinden (yüce divan ya da anayasa mahkemesi denir) ve daha düşük mahkemelerden oluşur.

Pek çok yargıda yargı erkinin yargısal denetim yoluyla yasaları değiştirme gücü vardır. Yargısal denetim gücü olan mahkemeler devletin yasalarını ve kurallarını bir anayasanın hükümleriyle çelişkili bulursa bozabilir. Yargıçlar bir anayasanın yorumlanması ve uygulanması için bir eleştirmen güç atarlar, böylece ortak hukuk ülkelerinde genel geçer bir anayasal hüküm topluluğu yaratılmış olur. Son onyıllarda yargı anayasaca kurulmuş ekonomik haklara ilişkin ekonomik konularda etkinleşmiştir; çünkü ekonomi bilimi doğru yasal yorumlama ile ilgili soruların içyüzünü anlama koşulunu koyar. Çoktan beri devletin ekonomik siyasetinden bağımsız kuramsal bir yasal belge olarak anayasasını işlemeyi sürdüren ve siyasal ve ekonomik düzende geçişler yaşayan bir ülkede, yürütme ve yasama erklerinin ekonomik işlerinin yargısal denetiminin uygulaması büyümüştür.

Geçiş yaşayan ve gelişen ülkelerin pek çoğunda yargının bütçesi neredeyse bütünüyle yürütmenin denetimindedir. Bu durum, yargıya eleştirel mali bir bağımlılık yarattığından güçler ayrılığının temelini çürütür. Yargı için harcama yapan hükümet de içinde olmak üzere doğru ulusal servet dağılımı anayasal ülke ekonomisinin konusudur. Yargıda yozlaşmanın iki yöntemini ayırt etmek önemlidir. Bu iki yöntem; özel kişi ve bütçe tasarlaması ve çeşitli ayrıcalıklar yoluyla devlettir.

"Yargı" terimi hem bir yargının çekirdeğini oluşturan yargıçlar, sulh hakimleri ve öteki yargıcılar gibi topluca çalışanları, hem de düzenin düzgünce işlemesini sürdüren kadroları belirtmek için de kullanılır.

Gördüğünüz gibi Yasama Meclis, Yürütme Cumhur Başkanlığı Yönetimindeki Bakanlar Kurulu, Yargı İse Mahkemelerimizmiş.
Peki derdine kendi yönetiminde dahi olmayan başbakanın yargıyla ? 

Eh malum değilmi Yasama ve Yürütme elinde geriye bir Yargı kalmış durumda ki yargı eline ayağına fena halde dolaşmakta. Susuturulmazlarsa sonraki dönemde meydana gelecek değişikliklerde buna engel olmaya kalkabilirler, hatta onu durdurabilirler.

Şimdi soruyorum sizlere, vatandaşına bile tahammülü olmayan, kendisini ısalıkladılar diye 50.000 kişilik stadyumda emniyete soruşturma talmatı veren, her itirazda organize işler var diyen bir başbakan sizce normal bir yol mu izlemektedir. Bir insan neden bu kadar şüpheci ve bu kadar ürkek olur ? Bir ülkenin Başbakanı halkından neden bu kadar uzak olur ?

Taktiri siz değerli okuyucularıma bırakıyorum.

Türkiye ve 2020 teorilerim (Apo serbest kalacak!)

Ülkemizin son yıllarına bakarak önümüzdeki 10 yıl neler olacak. Karanlık günler bizi bekliyor diyebilir miyiz? Yoksa her şey filmlerdeki daha güzel mi olacak? Anayasa değişikliği ile neler olacak? Ekonomik ve siyasi anlamda 2020 yılında nerelerde olacağız. Yazımda bu soruların cevabını arayacağım. Olmuş olaylar ile birlikte bildiğim bilgiler üzerinden bu teorilerimi yazıyorum.

*****

Yeni Anayasa
Bir anayasa furyasıdır almış başını gidiyor. İktidarı muhalefeti ile halkı ikna etmeye çalışan siyasi parti liderleri meydanlarda birbirlerine sataşıyor. Maç izler gibi TV kanalları mitinglerde olanları anlatıyor. Halk etkileniyor. Şoven olanlar var. Cahil olanlar var. Okumuş cahiller var. Bu şekilde bir siyaset ortamının olmasından memnun değilim. Neden? Halk nasıl ki Adalet ve kalkınma Partisi (AKP) yaptığı açılımı bilmeden desteklediyse aynı şekilde bilmeden Anayasayı destekliyor veya karşı çıkıyor. Ben bu yapılan anayasaya karşıyım. Hayır oyu vereceğim. Bir nevi tepki oyu diyelim. Bu tepki tüm partilere…


Hayır diyorum. Peki neden? Herkesin ağzında bir cümle “darbe anayasasına karşıyız” siz önce değişen maddeler bakın sonra bu anayasa paketinden önce TBMM’de geçen davaların zaman aşımı sürelerine bakın! Bizim siyasetçilerimiz işini gerçekten iyi biliyor. Bundan kimsenin haberi yoktur. Meclisten geçen, değiştirilen zaman aşımı süresi 30 yıla çıkarıldı. İyi mi oldu? Evet. Ama bilinmesi gereken bir gerçek var 12 Eylül 1980 ve 12 Eylül 2010 referandumun olduğu gün değiştirilen anayasa paketi geçse bile 30 yılı aştığı için darbeciler yargılanamayacak. İktidar tarafından söylenen bu sözler “darbe anayasasına karşıyız. Darbeciler yargılanacak” halkı kandırmak için söylemiş anlamına geliyor.

*****

AKP yine iktidar olacak sandıktan EVET çıkacak…

Daha önceden yazdığım “Akp’nin son iktidarı” isimli yazımda da önümüzdeki genel seçimlerde 2011 tekrar iktidar olacağını ve 2013-2015 yıllarının ekonomik anlamda Cumhuriyet tarihinin en kötü yılları olacağını yazmıştım. Şimdi bu yıllara 2020’ye kadar olacakları da ekliyorum. AKP birkez daha iktidara gelecek yani 3. Dönem iktidar olacak fakat ülkenin sonunu hazırlayan parti olarak.!!! İngilizlerin siyasi alanda üstünlüklerinin bilmeyen yoktur. İngilizler 100 yılda bir hesap keserler. Türkiye’nin de 100. Yılında hesap kapanacak ve buda Akp döneminde olacak. Son kez iktidarın başına geçecek olan Ak partide bu söylediklerimi bilenleri sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmez. Uğraştığımız olaylara bakın geçmişte “Ergenekon, Balyoz, HSYK, AB uyum süreci” bunları olurken ne işler dönüyor haberiniz var mı? Halk Ayakta uyuyor…

*****

Ya 2020’ye kadar
2013 yılında olaylar başlayacak aslında şimdiden belirtileri başladı. Tabi anlayana… Bunlar neler Değiştirilen Anayasa paketi, Başkanlık sisteminin meclis gündeminde kulislerde görüşülmesi, eyalet sistemine geçiş isteğinin dile getirilmesi, Abdullah Öcalan’ın yerinin bahane edilmesi…

Gerçekleşecek olanlar sırasıyla: Anayasa paketi referandumda geçecek. Eyalet sistemi ve başkanlık sistemine geçilecek. Eyalet sisteminde kademeli olarak Diyarbakır (G. Doğu) bölgesine özerklik verilecek. Apo’nun yeniden yargılanmasının önü açılacak. Bu okuduklarınız size hayal ürünü gelebilir. 10 yıl sonra gerçekleştiğinde artık yapacağız hiçbir şey olmayacak. Diyarbakır belediyesi özerklik konusunu şimdiden belediye meclis gündemine aldı. Nasıl olur ki Türkiye Cumhuriyetine bağlı bir belediye kendi özerkliği için görüşmeleri yapabilir üstelik bütçesini nereden aldığına bakmadan!

*****

Son söz; Türkiye üzerinde oynana oyunlar o kadar büyük ki, artık içimizde bizi öyle bir bölmüşler ki, yapacak ve yapılacak bir şey yok. Demokratik olarak geçiniyoruz. Fakat diktatörlük olarak yönetiyoruz. Faşizmin bile bize göre artıları var. Bizim dikta yönetimi farklı çünkü dışarıdan yönetenler hep aynı…

“Referansım zamandır. Zamanla yazdıklarım gerçekleştiğini göreceksiniz”



S&S (Her Zaman Önde)
@SAMETSERBEST